Eski yerleşimlerin, mahallelerin, sokakların, evlerin. Tedirgin oluyorum, önünden, içinden geçerken çöken bir ağırlık, ne olduğunu anlamıyorum. Mustafakemalpaşa’nın Rum mahallesinde dolanırken, yıkık evlerin bir duvarları kalmış da içini yaban basmış, otlar fışkırmış o evlerden. Değil, başka türlü de oluyor, birkaç ay önce İzmir’de gecenin üçüydü, İzmir’de her gün gecenin üçüne rastlanabilir ama o üçte eski bir evin önünde etrafına bakan biri, eskilikten bir şey çıkar mı diye değil, çığ düşten uyanmak için. Bir yakınlığa sığınıyor, korkuyor çünkü, evin yaşını öğrense ne olacak, soruyor. Hikâyeyi anlatıyor yakın, zamanında o ev birilerininmiş, sonra başkalarının olmuş, insanların nereye gittiğini o da bilmiyormuş ama aynı korkuyu hissediyormuş. Korkuyormuş biri, değil mi? Korktum, unutulduğu için mi onlar, unutulduğu için. Birilerininmiş, onların gezdiği yerlerde bir şehir varmış ama artık yokmuşçasına korku. O kadar iyi biliyorum ki bunu, hâlâ Küçükyalı’nın yaşlı sokaklarına gidip fotoğraflarını çekiyorum yıkılacak binaların, girebilirsem içine giriyorum, karkasta dolanıyorum. Odaların renginden kimin nerede yaşadığını çıkarmaya çalışmak, eğer pembe veya maviyse bir çocuk büyüdü orada, belki büyüdüğünü unutmuştur şimdiye. Ne olacak, 1960’lara kadar dönüyorumdur dönersem, oysa Bülent Ortaçgil geçmiş, Sevin Okyay geçmiş, Oktay Akbal geçmiş buralardan, daha da kimler geçmiştir de anıları yüzyılın başına dek gidiyordur, kim bulacak. Ürküyorum çünkü seviyorum kurmayı, bir başladım mı durmuyor, sürekli ürüyor, hafızam yaşanmamış geçmişle dolduğu için ürküyorum. Unutmamak için her şey. Tarık Dursun K. çok benzer bir yerden yaklaşıyor İzmir’e, bu yüzden ürke ürke okudum, o çabayı çok iyi bildiğim için. Romanlarına, öykülerine de sığdırmaya çalıştığı kentin karanlığa gömülmesine az kalmış, yazar o kadar anlatıyor da kim bilir ne kadarını da unutmuştur, gerçekliğin -anıya düşünce ister istemez kurgunun- silinip gitmesi selse incecik bir duvar duruyor akışın önünde, yıkılmamak için direniyor. Ne çaba. “İnsanlar yaşlandıkça bellekleri de eski gücünü yitirir. Her şey, giderek unutulmanın ıraksal sislerine bürünür. Hatırlamaya kalktığınızda yanılgının çeşitli tuzaklarına düşebilirsiniz. İzlenecek en akılcı yol, yazılmaya değer bulduklarınızı unutmadan daktilonun tuşları aracılığında kâğıda dökmektir.” (s. 7) Dökülenlere bakıyorum, alaturka ikindiler başı çekiyor, radyoda çalan şarkılarla dolu İzmir. Bostanlı’da çocuklar kuş avlıyorlar, Basmane-Çiğli banliyösü geçiyor ki içinden tren geçen hiçbir metnin kötü olmayacağına dair inancım saftirikliğimi hatırlatıyor, hoşuma gidiyor, neyin hoşuma gittiği: “Delikanlılar makinistin çaldığı düdüğe bahçelerden el sallayıp karşılık veriyorlar. Tren bizi kenara sindirip geçiyor. Çipli’ye doğru uzaklaşıyor. Ah, çocuk olun ve trenler sevin! Oğlum, koncaman adam, İzmir’e her gelişinde Karşıyaka’daki istasyon kahvesine oturur, adaçayı içip trenleri seyreder. Büyümemek… Sen ne güzelsin!” (s. 9) Çocuklar bahçelere dalıyorlar, meyveler bal gibi akıyor ceplere, kocaman bir köpek geliyor da patlıcan fidelerini çiğneye çiğneye kaçıyor çocuklar, domatlara bastıkça çekirdekler dört yana sıçrıyor. Tepe noktaları vardır ya anının, berraktır, olduğu gibi kaydedilir, bu çekirdeklerin fışk diye saçıldığını gözümde canlandırabiliyorum. Mesela atlı tramvay geçiyormuş bir zamanlar, Tarık Dursun K. hatırlamıyor ama dayısı hayal meyal hatırlıyor, o kadar eski. Birinin hatıralarını ele geçirmek istiyor insan, sözcüklere dönüşmesi yeterli değil, dinlemek açlıktan başka bir şey getirmiyor, eskinin açlığı, o zamanlardan bir şey kalmış olsa keşke. Ne kadar büyük olsa da küçük yer, herkes üç beş mekânda toplanıyor, yazarın arkadaşları arasında E Yayınları’nın kurucusu, iyi romanların yazarı Cengiz Tuncer var, daha çok genç, daha nasıl iz bırakacağını bilmiyor dünyaya, birlikte bağ bahçe işgallerinden oturup iki kadeh bir şey içmeye doğru büyüyorlar. Alaturkayla, ikindilerde. Tarık Dursun K. başka yerlerde de rastlamış aynı hüzne, Sergey Yutkeviç’in Moskova’daki evinden çıktığında melodiler geliyor kulağına, o soğukta bir Ege havası. Etrafına bakınıyor, herkes Rus, radyo yok piyasada ama kulağına geliyor yıllar öncesinin şarkıları. Panait İstrati’nin evinde, yine geliyor o müzik, Üsküp’te arabayla giderken radyodan geliyor bu kez, saat tam ikindi vakti. Ömür boyu takip eden müzik, bunu da anlıyorum, öznelliği arşa çıkararak bu metnin Türkçedeki en iyi anı metni olduğunu söylüyorum çünkü hafızanın yapısı o kadar tanıdık ki yıllar sonra yazdığım şeyler buna çok yakın olacak, seziyorum.
O zamanların İzmir’inden figürler var, insanlar, yaşlanmışlar ve hâlâ çocuklar. Cihat Arman misal, efsane kaleci, İzmir’in sokaklarından bütün ülkeye ermiş ünü. Çok kaleci görmüşler de onun gibisi gelmemiş, neredeyse tapınma. Çocuklarım ayakkabılarını delik deşik ettiği yıllar, yazarın memur babası -aileyi bırakıp gitmeden önce, belki de anıların hiç aydınlanmayan tek bölümünün sebebi- çıkışırmış hep, kuş kadarcık aylıkla kaç ayakkabı alabilirler veya tamir ettirebilirler, annenin yüzüyse her zaman yaslı. Mahalle takımını kuruyor çocuklar o sıra, formalar, ekipman tamam, doğruca maçlara. Cihat kalede, uçuyor, kaçıyor, ne toplar çıkarıyor, hayret ediyorlar. Günün kahramanını evine bırakıyorlar, o coşkuyla doğru piyasaya. Şafak mı atıyor, kalmışlar mı o zamana, doğruca havagazı fenerlerini söndürmeye. “Taraçaya çıkıyorum ve gözlüyorum. İzmir de, Yapıcıoğlu Yokuşu da ayaklar altında. Tan ağarıyor. Kızıllık ve sonrasının pembeliği. Kedi gözünden havagazı fenerleri bir bir sönüyorlar. Ağabeyim ve Şuayip Sorulmaz. Onlar. Çok kısa da olsa bir alakaranlık. Bir bulutluluk, bir sislik ve pusluk. Hey Tanrım!” (s. 23) Bakın bu çok hüzünlü bir şeydir, nostalji geninin falan olduğunu düşündürür, kiminde ayar kaçıktır da çok şiddetlenir bu özlem, fiziksel etkisi olur, kişi donup kalır da, gözünden yaş da gelir, birine anlatma ihtiyacıyla etrafında insan da arar. Kaybolmasınlar diye. Bir bina kaybolmasın diye hemen hikâyeye dönüştürülür, yavan teselli ama yapacak ne var, geçip giden mekânlara yapacak ne. Agora yöresinden gelen ayak sesleri, abiyle Şuayip değil, işçiler çıkıyorlar evlerinden, yokuşu inip araçlara binecekler. Aileevleri insan doğuruyor, eskiden aileevi derlermiş İzmir’de, kiralık odalarda yaşayan aileler üç kuruşun peşine düşüyorlar, yollara. Muazzez Tahsin okunuyor, Oğuz Özdeş okunuyor o sıra, yazar ilk tohumları atıyor. Geceleri mi, sabahları mı, hangi boşluktaysa bir şeyler okunuyor, sonra hengâmeye çıkıyor hepsi, çocuklar sokaklarda kenti keşfetmeye çalışıyorlar. Yazar orta parmağını kırıyor, okul kaçağı ve zeytinliklerde yapılan maçta kaleci. Kerim kırmış, topa vuracak diye yazarın eline, çat! Dördüncü güne kadar anlamamış, sonra bir bakmış yazar, o parmak dik duruyor. Daktiloyla yazarken durup bakmıştır, gülümsemiştir az, parmağının garipliğinden mi çıkmıştır acaba Cihat Arman, parmak mı hatırlatmıştır, bedendeki izler neleri hatırlatır, İzmir’i neler hatırlatır, ne beyhude meşgale ama ne anlamlı. Limana yanaşan gemilere kaçak binip Amerika’ya gitme hayali, tepeden izliyor çocuklar, oradan New York bile görünüyordur. Ne düşler, elbet rengârenk olur çocukluk. Yahudi mahallelerinde başka bir dünya, Yasef Usta’nın balıkları, karafaki, bütün akşamlar kapalıdır artık, gençliğe evrilen çocukluk yine canlıdır ama aşk girmiştir, filmler girmiştir yaşamlara, değişim başlar. Cumartesi günleri ateş yakmazmış Yahudiler, Türk ve Boşnak çocukları, “Ateş yaktıran!” diye inletirmiş mahalleyi de üç beş kuruş kazanırlarmış. Bilmiyorlardı, nasıl özleneceklerini hiçbiri düşünmemişti elbet.
Eskiye biraz düşkün herkesin okuması lazım.
Cevap yaz