Adından gelen çaçayı kenara koyalım, kitabın kapısı küçürek öykünün tanımıyla açılınca yüz iyice ekşiyor. Bakalım, özellikle son yıllarda “yeni bir edebi tür” olarak parlamış küçürek öykü; esasen Beydeba, Ezop ve Mevlânâ’dan bizlere miras kalmış. Hızlı tüketim çağına uygun olarak yeniden yapılandırıldığı söyleniyor, tam olarak neyin yapılandırıldığına dair malumat yok, zaten kuş kadar metni nasıl yapılandırmışlar, mesela WhatsApp konuşmalarını mı koymuşlar, Instagram yorumlarının ekran görüntüsünü alıp yapıştırmışlar mı, muamma. Küçürek öykü “kendi fıtratına aykırı biçimde yaşamak zorunda kalan / bırakılan” insanın “toksin yüklü çağ”ın etkilerine karşı duruyormuş, besliyormuş insanı. İşin içine fıtrat mıtrat girince hepten cortladı da mevzu eğlenceli hale geldi böyle, uhrevi bir kök ihsan edildi küçürek öyküye, e zaten Mevlânâ da yazmış yani, hani diyesim geliyor ki Allah’a yakın bir türdür küçürek öykü. Değerlerini hız çağına kurban etmiş insanoğlu da hayatın faniliğini, kısalığını küçürek öyküyle anlayacakmış, kapitalist yığmacadan kurtulmak için de küçürek öykü, şatafatı yok, yavaşlamasını söylüyor okurlara. Sonra Ramazan Korkmaz’ın yorumu geliyor, hızlı tüketim çağında küçürek öykü öne çıkmış çünkü aşırı hızlı tüketilebiliyormuş ama dağınıklığa karşı da sağlam duruyormuş. Burada kafalar karışık sanıyorum, anlaşıldığına göre hızla tüketilmesi için üretilen bir tür var, yavaşlamayı telkin ediyor? Rıza üretilmiştir, tebrikler. Özdemir öykü görgüsünden bahsediyor arada: “Öykümü gereksiz sözcüklerden arındırmayı ne kadar başarırsam okuyucuya hissiyatımı, derdimi, tespitimi o derece etkili bir biçimde verebileceğimi düşünüyorum. Onları bir sözcükle de olsa işlevi olmayan bir şeyle buluşturmak istemiyorum. Tumturaklı ifadelerden kaçıyorum.” (s. 12) Kaçmıyor ve buluşturuyor, bunu ayrı inceleyeceğim de okura ders verme cüreti nereden geliyor, küçürek öyküyle ilgili en klişe açıklamalarla muhatap edilmek niye, ben neden Hece’den yüz seksen iki bin üç adet öykü kitabı aldım, kim bana telkin etti Hece’yi bilmiyorum, punch line zehirlenmesinden kurtulmaya çalışıyorum şu an. Arka kapak yazısında hikmet geleneğiyle küçürek öykünün birleştirildiği söyleniyor, kıssadan hissenin küçürek öykü biçimine oturtulmasından başka bir şey yok ki bahsettiğim zehirlenme öykülerin aynı tür sonla bitmesinden kaynaklanıyor, o da evlere şenlik. Şimdi bu nanenin pek çok türü vardır, baştan verip açarsınız, ortadan verip başıyla sonu etrafına örersiniz, sona koyup şaşırtırsınız, hiç koymazsınız da koymuş gibi yaparsınız, koyduğunuzu söyleyip koymazsınız ama koymuşsunuzdur aslında, her yere dağıtıp koyarsınız ki haiku tadı gelsin, ne bileyim yüz seksen beşten fazla şekli varken teke sıkışmak, üstelik öykünün başını ve sonunu belirsiz bırakmak? Valla ne belirsiz bir şey gördüm ne bu kadar tatavaya değecek bir yaklaşım küçürek öyküye, ben bir fıkrayla mukabele edip özetlemek istiyorum toplamı: Adamın biri uçurumun kenarında dikiliyormuş, biri yanına gelmiş, “Birader, sıkıntıdan yılmaz mısın, Allah’ı bilmez misin ki hep aynı sayıyı söyleyip duruyorsun?” demiş. Dikilen kişi bu meraklı dallamanın sırtına patlatmış bir tane, mesela on dört diyorsa on beş demeye başlamış, böylece Allah’ı bildiğini de göstermiş çünkü aynı sayıyı söylemiyormuş artık. Yeni bir türün karakteri olmasa kim bilir ne halt yer, ne gibi tüketimlere meze olurdu bilinmez, neyse ki taze açılan çığırın bir parçasıdır da yırtmıştır. Ne diyeyim, şimdi kavramsal zortlamalarla karşılaşıyorum, öykülerin zekâsı düşük olunca kıssa vasat, hisse iyice vasat çünkü kıssadan sapıyor. “Hınk Deyici” misal, “en kuytuda saklanan günahlar” budanır, “güzel bir uyku çekmek için yatağa girmek” budanır, tecelliye bunlar yük. Olay başka gerçi, anlatıcıya gece boyunca günahlarını anlatan biri var, arada susup bakıyor ki anlatıcı onca günahın insanlık hali olduğunu anlasın. Buraya kadarki bölümden çıkan şu: adam daha da fazlasını işlemeye hazır olduğunu, günah işlemeyi kendinde hak gördüğünü ima edecek şekilde değil de bir tür teslimiyetle, günah çıkarma niyetiyle anlatıyor ne anlatıyorsa da anlatıcının yorumu ne, Tanrı’nın safına geçip bakmak, kendimizi haklı görmemizin bizi haklı kılmayacağına aymak. Karakterdir, olur, terse yatırır da maksadın bu olduğunu sanmıyorum çünkü hikmet, çünkü berraklık, çünkü billurluk falan. Yemez yani, onca iddiadan sonra twist kaldırmaz. Açıklık, kristalize ve mümkünse karamelize mana, böyle cincik gibi bir edebiyat. Evet. “Tanık” da kalabalığa örnek olabilir, kendini raylara bırakmak için şahit arayan bir adamın hikâyesidir, tek satırda ciğer deşebilir ama anlatıcının oydu buydusuyla şişmiştir. Kişiyi her sabah istasyonda görüyormuş anlatıcı, önceleri bir yerlere gittiğini sanmış, daha sonra anlamış ki trenlerin gelişlerini -hoş geliş”ler” ola- izleyip sadece bekliyormuş, anlatıcı bir gün dayanamayıp yanına gitmiş ve neyi beklediğini sormuş, cevap vermeden kalkmış kişi, yolcuların olduğu yere yürümüş, madeni ses -ne madeni acaba- duyulunca yüzünü anlatıcıya dönmüş falan filan, sakız gibi uzayıp gitmiş mevzu, hani biraz daha tasvir olsaymış, biraz daha olay, ortarak öyküye dönermiş. Son bir dalga: en büyük hayali gerçekleşen kişiye ne düşündüğünü soruyoruz, cevabı: “Bu da değilmiş.” Bu noktadan sonra not almayı bırakıp seri okumaya geçtim, kitabı bitirince mührü bastım, verileceklerin üzerine koydum. Birkaç saat önce sıçana döndüğüm geldi aklıma, onu anlatayım da bitsin.
Şimdi biz atladık motora Üsküdar’dan, Fener’de indik, annemi şu meşhur kiliseye götürüyorum. İndik işte, yağmur pata küte yağmaya başladı. Bir tanecik şemsiyemiz var, sığışamadık, çantamdaki kitaplar ıslanacak diye korktum. Islandı. Sonra ben iyice ıslandım, binalardan birinin girişine sığındık. Yarım saat falan beklemişizdir, dineceği yok, tepede şimşekler çakıyor, yokuşlardan foştur foştur sular iniyor. Hemen de altındayız kilisenin, annem şemsiyeyi alıp çıktı, bakındı, geri döndü. Yağış hafifleyince otobüs durağına indik, çalıştığım okula gittik, Şişhane’ye. Oradan da eve döndük işte. Yani nasıl bir gün bilmiyorum ama öyle gidip geldik. Sonra ben ağırlık çalıştım, çıktım yürüdüm biraz, çalan telefonları açmadım çünkü açmak istemeyince açmıyorum, neden açmadığımı soranlara öyle her an ulaşılabilmenin o kadar da iyi bir şey olmadığını, acil bir durum olmadığını nasıl anladığımı soranlara anlamadığımı söylüyorum. Ben de pek kimseyi aramamaya dikkat ediyorum, aradığım üç dört arkadaşım dışında telefonda kimseyle konuşmak istemiyorum. Bir durum varsa buluşmayı teklif ediyorum. Telefon vasıtasıyla konuşmaktan nefret ediyorum, elim kolum yüzüm mimiğim jestim görünmüyor çünkü, rahat iletişim kuramıyorum. Aslında genel olarak iletişim kurmak istemiyorum, üç dört kişiyle kurduğum hariç. Twitter’da salak salak tartışmalar dönüyor her gün, dalga geçeyim diyorum, bulaşmamayı tercih ediyorum. Aptal dolu Twitter ya. Dangalak, huysuz bir ihtiyara ne oldu da ne zaman dönüştüm hatırlamıyorum ama tahammülüm kalmadı hiçbir şeye, direkt çıkışmak istiyorum insanlara. Biri bir şey yapsa da uçan tekme atsam diye bekliyorum toplu taşıma araçlarında, birinin bıçağı takmayacağını umuyorum. Şimdi gözüme çarptı da, şu: “Doğadaki bütün sesleri çıkarabilen papağana sordum: Papağan sesi de çıkarabiliyor musun?” (s. 37) Öykünün adı “Özünü Kaybeden Kuş”. Valla nereden tutsak elde kalacak da sırf şunu düşünelim, başka bir papağanın sesini çıkarsa özünü kaybetmemiş sayılacağı için bu papağanımız, “Tabii lan manyak mısın,” da diyebilir, yine papağanlıktır.
Cevap yaz