Yaşıyorsa da ses veremez, Deleon’un 1990’larda anlattığı İstanbul kayıp. İnsanları çoktan göçtü, mekânları tanınmayacak kadar değişti, bir o binalar kaldı. Pera Palas. Geçitler. Pasajlar. Hazzopulo’nun bir ucundan diğer ucuna yürürken hiçbir şey yok, kapının altında dururken belki fısıldar da, işte, o zamanların ezgisi duyulur. Bu da vermiyor tarihi, benzetmede iş yok, İstanbul kayıp. Olmayana nasıl erilir, kaynaklarda anlatıldığı kadar. Orient Express’ten kaç bölümde bahsediyor Deleon, 1892’deki kolera salgınının yayılması, Makedonya’daki eşkıya saldırıları, kömür kıtlıklarının seferleri aksatması, devrim sırasında binlerce şapkayla kasketin bu trenle getirilmesi, II. Abdülhamid’in ajanlarının Strasbourg Garı’nda Jön Türk avına çıkmaları, neler. “İşin ilginç ve az bilinen yanı, Birinci Dünya Savaşı’nı noktalayan barış antlaşmasının Orient Express’in 2419 numaralı vagonunda imzalanmış olması. 1944 yılındaysa Hitler 2419’un yakılmasını emreder!” (s. 14) Üsluba dikiz: Deleon ilk seferden mi söz açtı, hemen hazırlık aşamalarını anlatır, oradan yolculara sıçrayıp ünlü birini yakalar, kısa biyografi, trene dönüş, Agatha Christie, kayıp anahtardan Pera Palas’a dönüş, rengârenk yelpaze. Sermet Muhtar Alus, Reşat Ekrem Koçu gibi İstanbuloglardan alıntılar, Edmondo de Amicis gibi gezginlerin metinlerine dalıntılar, spektaküler zenginlik resmen. Hani neredeyse var o İstanbul, öylesi bir anlatım. Rejans’a bakalım, günümüze kadar geldi ama Deleon’un anlattığı esas Rejans uzun süredir ortalıkta yok. “Saz ve caz Beyoğlu”nun müstesna lokantasını kuranlar Tevfik Manars, Veronica Protoppova, Vera Çirik. Mahfil yarattıklarının farkında olmadan Nisuaz, Baylan, Lebon ayarını tutturmuşlar meşhurlukta. “Beyoğlu gibi nevi şahsına münhasır bir efsanedir Rejans. Akşamüstü bir barda soluklanıp yemeği Rejans’ta yemeyen bir gazeteci var mıdır? Bırakın gazetecileri, reklamcısından müteahhidine, öğretim üyesinden bürokratına Rejans’ı tanımamış, o dev salonda eski bir kültürün tadına varmamış ehl-i damak bulmak mümkün mü?” (s. 19) Avrupa’dan duyulmuştur ünü de İstanbul’a gelenler burada yemek yemeden dönmekte gönülsüzdür, Beyaz Rusların işgal ettiği Beyoğlu’nun haso mekânı türlü milletten insanın gelip geçtiği bir anıt haline gelir kısa süre sonra. Alman Büyükelçisi Von Papen savaş zamanı denk geldiği İngiliz’le bakışmamaya çalışır burada, casusluk alıp başını gittiği için herkes tetiktedir. Hitler’den kaçmayı başarmış Alman profesörler, Pera Palas’a bomba koyan ajanlar, kim varsa oraya uğrar, 1943’ten sonra peydah olan Natasha nam gizemli kadının güzelliğinden gözlerini alamazlar. Hikâye büyük, bir anda küçülüyor çünkü bu kadın okuduğumuz satırların yazarı Jak Deleon’un büyük amcasıyla evlenmiş, uzun ömrünün sonuna doğru kapandığı evinden dışarı hiç çıkmamıştır, yazar bu ayrıntıları da vererek mekânın etrafında oluşan hikâyecikleri es geçmez, 1960’lara kadar uzanan ipin ucunu çekiverir. 1976’da binanın üst katındaki konfeksiyon atölyesinde çıkan yangını söndürmek için su basarlar, Rejans berbat olur, döşemeleri ve kaplamaları parçalanır, sütunları devrilir, altı ay süren tadilattan sonra tekrar açılır neyse ki. Her mekân bu kadar şanslı değildir, Park Otel defalarca el değiştirdikten sonra 1979’da kapanıyor, 1992’de tekrar açılıyor ama eski halinden eser yok, yerinde tuhaf bir bina var şimdi, eski fotoğraflarda kalan ihtişam bir de. Cahide Sonku burada ağırlar misafirlerini, hemen her akşam burada yer, içer, servetini döker. Adnan Menderes’in odası sabittir, Doğan Nadi’nin bardaki yeri sabittir, alışkanlıkların her akşam somutlaştığı bir yerdir Park Otel, 1979’da yıkılana kadar. Tepebaşı Komedi Tiyatrosu, Dram Tiyatrosu, Karaca Tiyatrosu, Centilmen Geçidi Hanı, Adamopulo, kaç yer kaybolmuştur ortadan da izi dahi kalmamıştır, Park Otel bu açıdan şanslıdır ama belki de şanssızdır, ucubeye dönüştürülmüştür çünkü. “Sonku”ya atlayayım buradan, şaşaa ve dram bir arada. Kodamanların hediyelerini elinin tersiyle iter, söylentiye göre evine kadar gelen Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın yanına “rol ezberlediği” için çıkmayan Sonku’nun yaşamı parlayabildiği kadar parlamış, sonra kara deliğe dönüşmüş adeta. “Kimseyi beğenmez ama herkes tarafından beğenilmek isterdi. Müthiş megaloman, aynı oranda da yalnızdı. Ve erkeklerin yüreğinde 8 Richter ölçeğinde binbir deprem yaratacak kadar güzeldi.” (s. 37) 1930’ların gerilimlerle dolu dünyasında Beyoğlu tam gaz eğlenirken Darülbedayi’nin kapısından giren 16 yaşındaki Cahide Sonku yüzden fazla oyunda oynadıktan sonra sinemaya atlar da Neyyire Ertuğrul’la çekişir önce, Muhsin Ertuğrul’la aynı sahneyi paylaşırken repliklerin ateşi gönlüne düşer, kendisi de Muhsin Ertuğrul’un gözlerine düşer, bir şeyler sürekli düşüp dururken Neyyire Ertuğrul işkillenir, bağırıp çağırır da susturamaz Cahide Sonku’yu, kendini de susturamaz, kimsenin susmadığı bir ortamda hiç kimse hiçbir şey anlamayacağı için aralarında gerçekten cızt bızt bir şeylerin olup olmadığını nereden anlayacağız bilmem, kıvılcımlar vardı deyip geçelim. 1950’de Sonku Film, sonra Cahit Irgat’la 1961’de Ortak Tiyatrosu, biten evlilik ve tükenen maddi olanaklar, en sonunda Baron ve Harem otellerinin köhne odalarında eriyiş. Şölen sofraları geçmişte kalmış çoktan, dostlar el ayak çekmiş, Sonku daha salaş, küçük meyhanelerde takılmaya başlamış, son darbe de gazetelere mektuplar yazıp otel parasını karşılayamayacak durumda olduğu için efsaneleşmiş yaşam öyküsünü küçük bir ücret karşılığında anlatabileceğini söyleyecek duruma gelmesi. Öldüğü yer 1995’te ayakkabı atölyesiymiş, Alyon Sokak, Galatasaray Lisesi’nin oralarda bir yerde. Kırk yıl önce neydi, şimdi ne. Çiçek Pasajı’nın açılışından çöküşüne kaç hikâye, Sonku da oralarda bir yerde sanıyorum, kesişen yazgılar Beyoğlu’su. İngiliz ve Fransız askerler çiçek satan Beyaz Rus kızlara sırnaşınca kızlar bu pasaja sığınmışlar, adının kaynağı. Meyhaneler 1940’lardan sonra çiçekçi dükkânlarının arasına girmiş, yirmi yıl içinde ele geçirmiş ortamı. Kimler kimler geçmiş oradan, yine saymakla bitmez. Çökmüş nihayet, kör topal yaşamaya çalışmış, müdavimleri belediyenin yenilediği biçiminde barınmış ama her şey bambaşkaymış artık. Bugün izi yok zaten, şıkır şıkır bir yer.
“Pera Palas Oteli” kitabın yarısı kadar, on numara beş yıldız bir tarihçe. İstanbul’un en hareketli binası belki, gelenin gidenin haddini hesabını tutmaya matematik profesörü ister. Tarihi, gelişimi bir yana, ilginçliklerine değinip bitireyim çünkü detaylar baş döndürücü, hepsini almanın mümkünü yok. Agatha Christie’nin kaybolduğu günlerde buraya gelip bulmacasını kurduğu tam elli üç yıl sonra anlaşılmış, acayip bir şey. Alman ve İngiliz ajanlar karşılıklı otururlarken radyoda Burhan Belge’nin sesi: “Beyazıt’ta söylediğini Galata’da inkâr eden bu propaganda iflas etmiştir!” Nazi cortlamaları itibar görmüyor, Almanlar mahzun. Mehmet Rauf’la Safveti Ziya’nın metinlerinde geçiyor buradaki balolar, kibar ailelerin çocukları fır fır dönerlerken avizelerden ışıltılar saçılıyor, burada türlü deniz mahsulü tüketilirken az ötedeki varoşlarda konserveler açılıyor, deli zıtlık. Ernest Hemingway’in bir metninde geçiyor yine burası, Marinetti şiirlerini bu otelde yazıyor, Lions burada kuruluyor, daha da Jacqueline Kennedy takma isimle burada kalmaya geliyor ama paparazzilere yakalanıyor bir güzel, 1941’de gerçekleşen patlamayla masumlar ölüyor, Türkiye savaşa itiliyor ama ayaklarını yere sağlam bastığı için kaykılmıyor neyse ki. Mata Hari burada kalmış muhtemelen, otel kayıtlarında adı yok ama Orient Express’te kayıtlı. “Cicero” nam Eliaza Bazna yine burada kalmış, Almanlara sağladığı istihbarat biraz umursansa çok ilginç şeyler olabilirmiş açıkçası. Kısmet.
Doyulacak gibi değil, Deleon’un kaleminden fırlayan sokaklarda bir dolanınız, tabii kitabı bulursanız. Sahaflara marş.
Cevap yaz