Dalgasını geçmiş kitaba koyduğu adla, oyunu çok ciddi oynadığı için alkış olsun ona! Onurhan bir ilişkinin görünürde hiçbir anlam ifade etmeyen eylemler üzerinden anlatılabileceğini söylemişti, tarafların gündelik davranışlarının “Anlatma, Göster” Çetesi’nce ele geçirilmemiş yanlarından, bunu başardığını sanıyorum ki okuyacağız yakın zamanda. Becerdiği için imrendim çünkü düşünürüz ama parıltıya denk gelmeyince ekrana veya kâğıda dökülmez düşündüğümüz, bir başkasının becerdiğini görünce de, bilmiyorum, ben mutlu olurum, bir kere yalnız olmadığımı hissederim, sonra zekâyı takdir etme olanağı bulmaktan mesut olurum, sanat bu işe yarar. Ouředník’in metninde saçma sapan bir şekilde idrak ettiğim yarımlığa rastlayınca aynı şeyi hissettim. Metnin editörü Onurhan bu arada, süper tesadüf. Şu: hikâyelerin tamamlanmayacağı, tamamlanmasının gerekmediği. Romanda belli belirsiz denedim bunu, dallama anlatıcı beş adamdan bahsediyor, bu beş adamın dördü birkaç cümleyle de olsa kendi sesleriyle karşımıza çıkıyorlar. Üçü için ayrı bölümler belirlemiştim, anlatıcıyı itekledim ki onların hikâyelerini kendi hikâyesine katsın. Dördüncü en başta şöyle bir görünüyor, bir daha bahsi geçmiyor, kimin nesi olduğunu, Derin’le ilişkisinin indisini çıktısını öğrenemiyoruz. Yaşamda bir karşılığı var bunun, sanıyorum iki kez sordum ve cevap alamadım, adliyede bir daha görüşmemek üzere ayrılırken üçüncüye sorasım geldi ama sormadım. Korkudan değil, öneminin kalmamasından değil, noktanın gereksizliğinden. Olsa gerek. Hikâyeleri sıraya diziyoruz, yırtıkları sökükleri varsa psikolojik yardım alarak toparlıyoruz, örüntü oluşuyor, sonu tam benlik. Çizgisel olsun, tam olsun istiyoruz, boşluğun da hikâye olduğunu kabul edene kadar didiniyoruz, acı çekiyoruz, benlik oluşmayacak gibi hissediyoruz. Doğal. Zihnimiz böyle işliyor. Zihnimiz böyle işlediği için sıkıcı eserlerle dolu ortalık, elimi attığım çoğu metin dümdüz çizgilerden ibaret. Tamamlama hevesi diyelim, herhangi bir şeyin boşlukları sevmediğini kim uydurdu? Olan şeyin boşluk olmadığını? Goodreads’e baktım, ortalıkta dolanmayan metinler için neler yazıldığını merak ederim, Dava Kapandı için bağlanma sorunlarından bahsetmişler. Hikâyeler bir yere varmıyormuş, varsaymış iyiymiş. Varmayıversin, öğrenemeyeceğinizle de yüzleşin, sanki her şey tümmüş gibi. Bir kere paramparça bir metin, yaşlılar bazı şeyleri unutabiliyorlar ve yanlarında tutkal yok, anlatıcı zaten gösteri yaptığının farkında, e, böyle bir metinden ne beklenecek? Metnin kendisi! Avunamayanlar için “Çok saçma! Neyin ne olduğu belli olmuyor!” diye bağıran okurları canlandırıyorum gözümde, eğleniyorum.
Bu metnin numarası numara olması, numaralığını açık açık dile getirmesi, özgül yapısıyla açık vermiyor zaten, tamamdır. Bir metinden bunu beklerim, ne olduğunu bilsin. Bilmeyecekse de olur, neyin ne olduğunu o bilmezken okurun da bilmemesi makul, hikâyenin gittiği yerlerde duvara toslayıp geri dönmek kötü değil. Benim romanda beşinci adamın bölümü metnin tamamı bu arada, anlatıcı beşinci adam olarak konuşuyor, ona bölüm ayırmadım çünkü bütün bölümler onun. Evet. Ouředník sağ gösterip sağ vuruyor, sol gösterip vurmuyor, göstermeden vuruyor, vurmadan gösteriyor, numaralarla ayırdığı bölümlerin ilkinde verdiği satranç hamlelerinden kurguya, yarımlığa dair bir iki ipucu sıkıştırması bile mümkün. Deşifre etmeye üşendim de Şah Gambiti belli, hamleler saçmalığa ıraksıyorsa Viktor Dyk’in rastgeleliğini önceliyor, fedalar karakterlerin ölümlerini imliyor demektir, koca metnin kodu bu ilk bölümde verilmiş olabilir. Dyk’i izleyelim biz, o da pek öngörülebilir değil. Bankta oturuyor, önünden geçen böceği elindeki bastonla ezecekken “dişi cinsinde genç bir insan” dikkatini çekiyor. Sütyen giymemiş, yüzü hızlı yürümekten kızarmış, Güzel Sanatlar Akademisi’ni arıyor. Zaten güzel, neden oraya gitsin, Dyk’in ve genel olarak metnin mizahı. Anna’nın kasıklarındaki kılları hatırlıyor Dyk, kızı ters yöne gönderiyor. Kaos istiyor bu adam yahu, işi gücü karışıklık çıkarmak da kendisi gibi yaşlılara kin duymuyor. Gibi görünüyor, böyle bir metinde hiçbir şeyden emin olamayız ki meşum cinayetin arka planındaki gizemli kişinin cinsiyeti belirtilmediği için hikâye farklı yollara sapabilir. Dyk’ten gidelim diyeceğim, gençleri bokladıktan sonra ipleri yine anlatıcı devralıyor ve istediği yere götürüyor okuru. Adamımız yaveler sıktıktan sonra İncil’den bab sallayınca saçmalıklarının kıymetlendiğini görüyor, bu yüzden insanları etkilemek için sıktıkça sıkıyor, araya sıkıştırayım. Bayan Horak’a araba çarpmış bu arada, kadın ölmüş. Bayan Prochazka söylüyor bunu, sıkışsın. Kız Akademi’den giderek uzaklaşırken önüne fırlayan serserinin kıskacına yakalanıyor bu arada, arka sokakta tecavüze uğruyor. Ergenlerle ilgili bir paragraf daha var, aslında Dyk’in duyduğu nefret aklı bir karış havada dolanan dangalakların hiçbir halt bilmemelerinden kaynaklanıyor. Çekoslovakya’da tartışmaların tekme tokat atılmadan tamamlanmasının zorluğundan, faşizmin hortlamasından, kapitalizmin pörtlemesinden, bunların tam ortasında da gençlerin olmasından kaynaklanıyor, kaynak her şekilde sinirlendiriyor Dyk’i. Andy Warhol Müzesi’nin sanatı nasıl tükettiğinden, Çek kökenli Andy Warhol’un sanatı nasıl çöpleştirdiğinden bahsediyor anlatıcı, belki Dyk, genel olarak serbest dolaylı da anlatıcının hangi role büründüğü belli olmuyor bazen. Kim olursa olsun ülkenin sermaye çöplüğü haline gelmesinden rahatsız. “Parktaki kilisenin hemen bitişiğinde küçük bir mezarlık vardı. Hem yıkmak için can atan komünizme hem de inşa için can atan erken kapitalizme karşı koyması kayda değerdi.” (s. 13) Kanadalı şirket bu mezarlığa çökmeye çalışıyor usul usul, Çekler razı.
Bayan Horak’ın ölümü kazara değil aslında, araba sıyırıp geçmiş, topallayarak eve dönen kadın günlük işlerini sürdürürken usandığını, hayattan vazgeçtiğini fark ediyor, kafasını fırına sokarak kokulu bir ölüme cupluyor. İtfaiyeciler geldiklerinde evi darmadağın buluyorlar, kalıp yargılarını değiştirmiyorlar da bir kadının nasıl o kadar dağınık olduğunu anlamaya çalışıyorlar. “İlerde bu istatistiksel tutarsızlıkların, hikâyemizin gidişatını ve diğer kahramanlarımızın akıbetini etkileyip etkilemediğini, ne dereceye kadar etkilediğini göreceğiz.” (s. 19) Sayın anlatıcı izin verirse görürüz, gıcıklığı arş erdiği için görmezsek şaşırmayalım. Vilém Lebeda’yla tanışalım bari, polis karakolunda kitap okuyor çünkü elinde bir kitap var, okumayı seviyor, üstelik, sıkı durun, polis. Kırk yıllık bir cinayeti çözmeye çalışıyor, Çingenelerin işledikleri suçlarla uğraşıyor, anti-reklam çetesinin reklam panolarını yazdığı yazılarla uğraşmıyor çünkü onunla uğraşacak kullan-at işçiler var, yazıların müellifini bulacak Lebada. “Çürük domatesler, son devrimin bir sonucu olarak dikkatlice iyi olanların altına yerleştirilmişti. Eski rejimde böyle formalitelerle uğraşılmazdı.” (s. 39) Komünizm sonrasından manzaralar sıkıştırıyorum ki kurgunun keskin dönüşlerini unuttuğum, kimin nerede kimlerle neyi nasıl olduğunu hatırlamadığım belli olmasın. Ansımadığım? Bu tutmadı, dilimizin aşırı yenileşerek gözden kaybolduğunu savunanlarla aşırı eskiye giderek aşırı yeniye sözcük devşirenler nasıl çatışmışlar, TDK’nin tey 1950’lerdeki toplantılarındaki tartışmaların yer aldığı kitaplara bakabilirler, tartışmalar oldukça eğlenceli. Dyk’in romanları da öyle, bakıyor ki eli hep dandik kitaplara çarpıyor, yazası geldiği için basıyor kitapları arka arkaya. Okur o dandikliği istiyor, kolaylığı, başka türlü kafa almayacak çünkü. “Buna ek olarak, her Çek yazarın karşı karşıya kaldığı bir sorundan daha bahsetmeliyiz: kitaplarını ciddiye alırlar.” (s. 48) Çok iyi, son olarak anlatıcının hikâyeyi karman çorman ettiği yerde her şeyin farkında olduğunu söylemesini ele alayım. Bu kadar, anmak yetti. Eleştirmenlere de bir şeyler vermek gerektiğini söylüyor anlatıcı, metin tırışkadan olmasa neyi eleştirecekler yoksa, Ouředník kadar eleştirmen dostu bir yazar görmedim. Ha, alkış olsun ona!
Cevap yaz