Ölümün kol gezmesinin öyküsüdür. “Ölüm Ölüm Hezen Ölüm”. Anlatıcı metnini yazarken Muhammed Ali el-Hakim’in ölüm haberini alıyor, Ali’nin kabrinin duvarları çatlıyor. Küçük kızın sol eli, sağ elinin orta parmağı kopuyor, bir adamın beyninde ödeme yol açan kaza, bombalar, Gazze’ye düşenlerden biri üç kişiyi yakıyor, her şey televizyondan izlenebiliyor, naklen. Ünlü bir organizatör ölüyor, Filistin’de her gün birkaç kişi öldürülüyor, bedenlerinin parçaları canlı yayında gösteriliyor. “Ölüm ev ev geziyor, o kent senin bu ülke benim dolaşıyor. Geçerken ölüm meleği tuhaf bir bakışla bakıyor ona. O korkuyor ve Süleyman’a giderek beni diyor rüzgârın kanatlarına bindir ve dünyanın bir ucuna gönder. Süleyman şaşırıyor ama yakaran adamı kırmayıp rüzgâra buyruk veriyor. Adamı, Süleyman’ın rüzgârı Hindistan’a atıyor bir anda. Adam rüzgârdan yere inince karşısında beliriyor ölüm meleği.” (s. 10) Şaşırıyor, adamın orada ne işi var, tamam, canını alacaktı ama orada olmasını beklemiyordu, demek ki zamanı gelen dünyanın bir ucundan diğerine gidebilir, vadesinin dolduğunu bilebilir çünkü gözü görmez olmuştur başka bir şeyi, sade ölümün açtığı gözle görebilecektir. Melek işini yapıyor, katil olduğunu düşünmüyor, anlatıcıya göre meleğin canı nasıl istediği önemli ama bunda bir istenç var mı, programlanmış bir varlık sadece işini yapmaz mı, Sandman‘deki Death’in canları nasıl aldığını düşününce herkesin gitmeye hazır olmasından, arıza çıkarmamasından anlıyorum ki meleği görmek bütün soruların cevabını veriyor zaten, yapılacak olan yapılıyor sadece. Melek kimseyi çağırmıyor, kimseyi ikna etmiyor, gitmek isteyip istemediğini sormuyor kişiye, sadece zuhur ediyor ve işlem tamamlanıyor. Filistin’de çocukların çekilen canlarını görüyor, birinin, “Işık, biraz daha ışık,” diye inlemesinin Goethe’yle hiçbir ilgisi yok, belki var, melek biraz daha ışık verdiğine göre yeni gözünü mü açtırmıştır ölene, nihai ışığa boğmuş mudur yazarı, suskunluğu sonsuz aydınlığın müjdecisiyse makul. Bir sonraki öyküde gezmeye devam ediyor ama piyasada yok bu kez, Mehmet oğlu Hüseyin Keskin’i dinliyoruz. Timur zamanında Elazığ’a yerleşenlerin soyundan geliyor, Diyarıbekir Sancakbeyliği’ne bağlandıktan sonra Harput’a geçmişler, oradan Tunceli’ye. Göç sürmüş, gurbetçilik başlamış, İstanbul ve Ankara’ya gidenlerin yolunu beklemişler, kumaş dokuma işini bırakmışlar çünkü işçi kalmamış, hayvancılık ve balcılıkla geçinmişler. “Köyün sağlık ocağını, ilk mektebini, camisini biz yapmıştık. Zaten muhtar Ankara’ya ne zaman gitse, eli boş dönerdi.” (s. 14) İğneler. 5 Temmuz 1993’e geliyoruz, Adil Hoca ezanı okumaya başlayınca ahali camiye yöneliyor ama çat diye kesiliyor ezan, bir an sonra dipçikle dürtülen adamın köy meydanına indirildiğini görüyorlar. “Hocayı önce bıçakladılar, sonra kafasına sıktılar, yere düştü debelendi, cansız kaldı. Yüz kişiydiler. Köyün elektriğini, telefonunu kesmişlerdi.” (s. 14) Sert geçiş, gerisi tarih. Yakılanlar, yaylım ateşi, evlerden toplanan ziynet eşyalarının götürülmesi. Başbağlar. “Yangın”ı bu bağlamda okuyorum, kentin bombalanmaması veya teröristlerce basılmaması kimsenin yanmadığı anlamına gelmiyor, anlatıcı evden çıkar çıkmaz her yerden alevlerin yükseldiğini görüyor. Sokak yanıyor, sokaktakiler yanıyor, kaldırımlar, vitrinler yanıyor, bankalar banknotlar, çocuklar, sözcükler, harfler yanıyor, internet kafeden dumanlar çıkıyor, yanık tunç kokuları doldurmuş havayı. Anlatıcı denize gidip bir kova su alıyor, yangını tek başına söndürmeye çalışacak. Yalsızuçanlar’ın estetik kaygısı olmasa slogan öykü olabilirdi rahatlıkla, şu hali düz öyküdür. Mesela “Köstebek” daha bir öyküdür, düz değildir, iyidir çünkü derin devletin gerçekten derinlerde yer aldığını köstebek deliğine giren anlatıcının yaşadığı gerçeküstülükle görürüz. Köstebek görünmezdir, anlatıcı görünürdür, kapılardan geçerken kimliğini bırakır, güvenlik görevlileriyle tartışır, oysa köstebek istediği gibi girip çıkar toplantılara, duyduklarını kaydedip okutur, işler öyle yürür.
“40 Gözaltı Öyküsü” müstakil olarak basılmış 2004’te, Sel’in “Geceyarısı Kitapları” serisinden çıkmış. Yıllar boyunca dinlediği gözaltı ve sorgu hikâyelerini bir araya getirmiş Yalsızuçanlar, anlatılanların hayalî bir yerde, bir kabus olarak yaşandığını belirtiyor, diğer yandan bunları gerçeğin ta kendisi gibi okuyabilirmişiz ki okuyabiliriz, benzer hikâyeleri bilenlerden hatta yaşayanlardan dinlediğim oldu, Doğu’da çalışan öğretmen arkadaşlardan. Nasıl anlatacağımı bilemiyorum, Yalsızuçanlar bütün o dehşeti aynı anlatım biçimiyle, sesle vermiş, bodoslamadan dalacağım kısa anlatı parçalarına: Birinin babasını almışlar, telefon ettiği zaman babasının öldürülüp öldürülmediğini sormuş, arayıp bulmasını söylemişler, Kadifekale’deki evini bastıkları zaman babanın kimliğini ve Che’nin fotoğrafının bulunduğu takvimi almışlar, babanın otopsi raporunda vücutta travma ve kırıklar yer almış ama savcının iddia ettiği gibi darp izi değilmiş onlar, babanın cesedinin bulunduğu demiryolundaki çarpmanın etkisiymiş, tren ezmiş babayı, çarpma süsü verilmek istenmemiş yani. Batı Varto ve Goşan’da bir tim görevlisi öldürülüp iki polis yaralanınca kolluk kuvvetleri basmış oraları, hayvanlar için ayrılan otları yakmışlar, civardaki dükkânları darmadağın etmişler, duvarlardaki mermi izleri sayılmayacak kadar çokmuş. Beyaz Toros terörü gerisi, geceyarısı evlerinden alınanlar, yapmadıkları şeyleri itiraf etmeye zorlananlar, tazyikli su sıkılanlar, günlerce ayakta bekletilenler, marş dinletilerek uyutulmayanlar, celladıyla konuştuğu söylenince İsmet Özel’in “Celladıma Gülümserken”ini hatırlayanlar, dalağı patlayanlar, serbest bırakıldıktan sonra iş bulamayanlar, hamile olduğunu söyleyince bir tane de nazik polislerden çocuk yapması istenenler, zorla oral seks yaptırılanlar, cinsel organından elektrik verilenler, testisleri burulanlar, şişeye oturtulanlar, vajinasına hortum sokulanlar, tecavüz edilenler, intihar etmek isteyince eline silah tutuşturulanlar, her şeyden sonra suç duyurularına takipsizlik kararı verilenler. Korucular ev basıp kadınlara tecavüz ederler, oğlunu arayan babalara çayhanede çay ikram edilir, o sırada oğlanın cesedi “kaçırılır” ve bilinmeyen bir yere atılır. “Babamız şimdiye kadar hiçbir siyasi olaya karışmamıştı. Devletle sorunu olmayan bir insandı. Gözaltına alındıktan bir gün sonra jandarma karakolundan telefon ettiler, ‘gelin babanızı alın’ diye. Karakola gittiğimizde babamın cesedini torbaya konulmuş halde avluda bulduk. Cesedin üst tarafı tamamen parçalanmıştı. Bize verilen defin ruhsatında, babamın mayına basarak öldüğü belirtiliyordu.” (s. 61) Örgüt üyesi diye ihbar edilenler hemen içeri alınır, işlemden geçirilir, hastaneye götürüldüklerinde doktorlar sağlam raporu verebilirler veya vermeyebilirler zira görüyoruz ki insanlığından geçmemiş doktorlar silah zoruyla dahi yapmazlar Torosluların istediğini, odası basılıp gözdağı verilen savcılar ölüm korkusuyla giderler doğrunun peşinden, öyleleri vardır, insanlığın gereğini yaparlar. Diğer yanda camdan atlayanlar, kendilerini vuranlar, hafıza kaybından ıstırap çekenler vardır, su sesini duyduklarında krize girenler, silah sesleriyle akıllarını yitirenler. Her anlatı dile gelmeyecek sahnelerle dolu da mayına basanla kimliksiz bırakılan adamların hikâyeleri, ne demeli: “Aniden oldu bitti. Önce büyük bir ses duydum. Sonra korkunç bir acı hissettim. Gözlerimi açtığımda parçalanarak, etrafıma dağılan kendi et parçalarımla karşılaştım. Bir bacağım koptu, parmaklarım uçtu. Kendime bakarken korktum. Parçalanan vücudumu yerine yapıştırmaya çalıştım.” (s. 105) Diğeri günlerce işkence gördükten sonra odaya gelen adamdan alır haberi, ailesi gelmiş, bilgi almak istemiştir ama Şerif orada değildir. Şerif aslında oradadır ama gülerler, Şerif’in orada olmadığını söylerler. Şerif orada olduğunu söyler. Haberi getiren görevli de gülüp Şerif’in Şerif olmadığını söyler. Şerif’e göre Şerif Şerif’tir. Oradakilere, dolayısıyla geri kalanlara göre Şerif orada değildir. Şerif yoktur, henüz tamamen yok olmamıştır ama yok olacaktır. Bir şekilde kurtulur neyse ki, Şerif oradan kurtulduğuna göre vardır.
Sıkı öyküler, şu son bölüm içinse hiçbir şey diyemiyorum.
Cevap yaz