Önsözleri atlayanlardansanız, metne araştırma yapmadan dalanlardansanız yaşadınız, mevzunun nereden geçtiğini bulmak için dedektifliğe soyunacaksınız. İpuçları: ailemiz sürekli pirinç -pilav?- yiyor, köy nüfusunun tamamının soyadı Li, komünizm o kadar kötü bir şey ki komünistlerin kafaları uçuruluyor, düğün dernek için bir dünya para lazım -kanını satan adamlarla dolu romanı okuduysanız tamam- ve köyün civarındaki tapınakta bir dünya tanrı heykeli var. Gerçi Li’ye rastlar rastlamaz kafada ışık yanıyor da hikâyenin ortalarına doğru bu, nereden bileceksiniz dünyanın neresinde olduğunuzu, Buck evrensel bir anne modelini beceriyle oluşturmuş, Çemişgezek’in bir köyünü de anlatıyor olabilirdi eğer mercimeğe yer verseydi. Çemişgezek’te heykellerle dolu tapınaklar var elbet, sadece yerin altında. Yerin altında her şeyin bulunabileceğini düşünüyorum, bulunduğum yerden üç kilometre derine inebilirsem Ubbo-Sathla’ya kurban edilmiş sungulara rastlayacağımdan adım gibi eminim. Çin’deyiz yani, Buck’ın Çin’le münasebetini öğrenmek isteyenler Google’dan şey edebilirler. Ana, Koca, Kız ve Erkek diyelim, Kocakarı daha ölmediği için o da var, beş kişilik bir aile çiftçilik yaparak kıt kanaat yaşamaktadır, bilindiği üzere rençperlik toprakla uğraşmanın en kârsız yollarından biridir çünkü hasadın önemli bir kısmı toprak sahibine gider, aracı varsa ona hediyeler verilir, bir de ziyafet düzenlenir hırtın şerefine, hani belki alması gerekenden daha azını alır diye türlü şirinlikler yapılır ama iki dudağının arasındadır köylülerin o sene kıtlık çekip çekmeyecekleri, bu yüzden insafsızlıkları olağandır. Neyse ki Ana gayet çalışkan, Koca biraz savsaklasa da iş yapıyor, ikisi bir olup ayakta tutuyorlar aileyi. O sıralar oğlan beş, kız üç yaşında, ortalıkta koşturarak homini gırtlak yiyorlar, Kocakarı gelinini çok sevdiği için sürekli bir şeyler anlatıyor ona da dinleyen yok, o kadar çok konuşunca sessize almışlar kadını. Adamla kadın arasındaki tartışmalar başlangıçta hafif, Kız’ın gözlerindeki arıza erken teşhis edilmişse de babanın tembelliği yüzünden ilaç milaç hiçbir şey yok, zaten eczaneye gittikleri zaman işe yarar pek bir şey bulamıyorlar, hiçliğin orta yerinde yaşam kavgası. Yakınlardaki kasabaya gidip ürünleri satıyorlar, gerekenleri alıyorlar, hayatları bu kadar. Bir muhabbet sırasında Ana aslında hayatın çok hareketli olduğunu söylüyor, sonuçta çocukların büyürken değişmeleri, mevsimlerin zaten değişmesi, doğanın deviniminin hiç durmaması o toprağa çakılı kaldıklarının reddi. Burada iki noktaya eğilmek lazım, Buck her ne kadar Çin’de yıllarca yaşamış olsa da insanın doğayla ilişkisini tam yansıtamadığını düşünüyorum, neye dayanarak düşünüyorum, Yu Hua, Yan Lianke ve Mo Yan’ın metinlerine dayanarak. Onların doğası daha bir doğadır, karakterlerin çeltik tarlalarıyla ilgilenirken imgelemleriyle de tutunduklarını görürüz toprağa, yaşamın dinamiği insan özelinde soyut düşünceyle birleşir, oysa Buck ailenin gündelik yaşamındaki olaylara, basit düşüncelere, neredeyse dürtüsel eylemlere odaklanır, anlatıcı bu üçgenin dışına çıkmaz, karakter üzerinden görece bağımsızlığını ilan etmez, katılıkla anlatır. İkinci mesele haşin mücadelenin ötesinde Çin’in doğaüstüne düşkünlüğüne hiç değinmez Buck, tapınaktaki tanrılar Ana’nın hayatının bir bölümüne şahit olmaktan fazlasını yapmazlar, rüya bile görmez karakterler ki rüyalardan ucubik anlamlar çıkararak fantastiğe kapı aralayabilsinler, yok. Yemeklere dek giren sinekler, mevsimin sıcak ve soğuk günleri, aç kalmamak için yapılanlar, bundan ötesine gitmeyeceğiz. Koca’nın gidişine bir sağlam sinirlenerek metne dönebiliriz, adam hiçbir yere varmayan hayatından ve ailesinden bıkarak önce biriktirdikleri parayı bir kalemde harcayıp mavi bir kumaş alır, Ana’ya güzel bir elbise diktirdikten sonra yallah kasabaya. Kocakarı oğluna dokunduramaz, elbet evine dönecektir adam, bugün değilse yarın ama dönmez, Ana perişan olur, düşünebileceği en kötü çözümü düşünerek yalan üzerine yalan söylemeye başlar. Kocası uzaktaki bir yerleşim yerinde sağlam bir kapıya yaslamıştır sırtını, iyi para kazanmaktadır, bir süre sonra dönecektir, bütün bunlara kendini yavaş yavaş inandırır Ana, köyün fettan kadınının çomaklarına takılıp sarsılmaz, tarlada deli gibi çalışmaya devam eder. Fettan fenadır gerçekten, köyün okumayı tek bilen sakinine giderek Ana’nın dediği gibi mektup gelip gelmediğini sorar, Ana bütün bu sorunlara rağmen hikâyeyi geliştirir, Koca’nın kendilerini uzaklardan kolladığını söyler. Zaman geçtikçe ipin ucunu kaçıracak, Koca’nın ölümünü bile kurgulayarak yerlerde yuvarlanacak, üzüntüsüyle köylüyü kendine acındıracaktır. Beş yıldan sonra umudu kesmiştir Ana, başlarda her gün beklediği Koca’sının yatağında kimseyi yatırmaz, temiz kıyafetler hazırlayarak adamı beklemeye başlar, nihayetinde vazgeçer beklemekten. Amcaoğlu nam komşu rençper yardım elini uzatarak kadına zor işlerde yardımcı olur, Yenge de Ana’nın dertlerini dinleyerek çözüm yolları sunmaya çalışır ama düşüş başlamıştır bir kere, tahsilatçının gelmesiyle birlikte Ana’nın kabusları da başlar.
Sadakatsizlik, yasak ilişki, adı her neyse. Adam ilgisini belli eder, Ana’ya kıymetli küpeler alır, kadın bir iki atağı savuşturmayı başarsa da gönlünü kaptırır bir yerden sonra, zaten her bahar şişen karnı kaç zamandır şişmediği için üzgündür, tapınakta günah işleyerek müthiş rahatlar. Eh, adamın o günden sonra Ana’yı tanımazdan gelmesi, konuşmak zorunda kaldığı zaman Ana’ya verdiği küpeleri hatırlatıp “hizmetin bedelini ödediğini” söylemesi Ana’yı yıkar. Adam kısa süre önce öldüğünü söylemiştir eşinin, çocukları yoktur ki hiç bahsetmemiştir, neden öyleyse? Ana anlayamaz, nihayet adamdan da pes edecektir zira yükünü yüklenmiştir tahsilatçı, ondan üç, bundan beş derken tırtıkladıklarıyla uzun yıllar rahat rahat geçinebileceğini düşünüp köye son kez gelir, kadınla ilgilenmeden arazi olur. Ana’nın yaşananları unutması zaten zorken karnında büyüyen çocukla imkansız hale gelir. Yenge duruma el atacak, tuhaf ilaçlar vererek Ana’nın düşük yapmasını sağlayacaktır, ne ki o günden sonra tarlada mucizeler yaratmasını sağlayan gücünü yitirir, yavaş yavaş yaşlanmaya başlar. Günahın sonuçlarını ömür boyunca deneyimleyecektir, çekmediği acı kalmayacaktır adeta, Kocakarı’nın ölümüyle çocuklarını tek başına büyütmeye başlar, Koca gitmeden önce üçüncü çocuğun tohumlarını attıkları için üç numara da aralarındadır, bir boğaz daha. Büyük oğlan hamarat çıkar, yapılacak her işi üstlenir, ölesiye çalışır ama Ana’nın gözüne giremez, Ana küçük oğlana ilgi göstermektedir. Bu tercih romanın sonlarında çok büyük sorunlar çıkarır ne yazık ki, komünist oluşumlardan birine giren küçük oğlan yakalanıp zindana atıldığında abisi rüşvet olarak verilecek parayı elde etmek için tarlayı satma fikrine karşı çıkar, o durumda birkaç yıllık eşi ve müstakbel çocuklarının aç kalma tehlikesi vardır. Yapabilecekleri tek şey Amçoli’yi de alarak kente inmek, küçük oğlanı son bir kez görmektir. Hazir bir sahne, Ana’nın üzüntüden çıldırmasına ramak kalması. Bitmez, günah kendini kötülük olarak dayatır hayata, yıllar içinde kör olan kız yakınlardaki bir köye gelin olarak gönderilir çünkü büyük oğlan ve çiçeği burnunda eşi yük görmeye başlarlar kızı. Ana dayanamaz, kızını görmek için küçük oğlunu da yanına alıp kızının gelin gittiği köye uzanır. Ölümün hemen ertesine denk gelmiştir, kızın bedeninde darp izi yoksa da tahammül sınırlarının ötesinde çalıştığı bellidir. Bedeni alıp götüremezler bile, köylüler o kadar kötü bakmaktadır ki başlarına bir şey gelmeden arazi olduklarına sevinirler. Çocuklar gider, Koca gider, insanlar teker teker giderlerken Ana’ya cezasını yeterince çektiğini düşündürecek bir şey olur, gelin en sonunda hamile kalır. Yedi yıldır beklenen olay gerçekleşip çocuk da doğunca Ana geçmişinden sıyrılır, küçük insanı bağrına basarak güzel günlerin geldiğini söyler. Hemen hafifler acılar, deliresiye ağlamalardan mutlulukla dolu gülüşmelere geçmek için bir gün yeterlidir.
Buck numara çekmeden anlatıyor, Çin’in insanını “içeriden” anlatan yazarlarla arasındaki mesafeyi kapatacakmış gibi görünmüyor. İyi metin tabii, okunası.
Cevap yaz