Midilli’ye bakıyorduk, Sezin, “O insanlar şu an burada,” demişti. Gemiler gelip gidiyor, deniz şarap rengi, o zamanın insanları. Yıllar sonra Akçay’daki evdeyim, şişe elimde, termosa biraz şarap koyup sahilde dolandım. Kazdağı’na mor tül serili, bir saatten sonra orada her şey mor. Ertesi gün tepeye çıktım, Midilli’ye bakınca o insanların o an orada olduğunu hissetmedim. Hikâye bitti, bitmiş, hangi şarkıyla kime üzüldüğümü hatırlayamadıktan sonra, hani olaylar hatırlanmaz da hissettirdiği kalır derler, o bile kalmıyor. Üzülemedim buna, olağana niye üzülmeli, bilemedim. Midilli güzeldi ama, bakakaldım. Aniden hatırladım: Sezin’in şapkasını gözümün ucuyla görüyordum, iki sütunun arasındaydık, ben ve şapka iki nesne olarak vardık. Sezin’in bir sürü fotoğrafını çekmiştim, belli belirsiz imajlar haricinde hiçbir şey yok elimde, her şeyi sildim. Yeşim’den kalan her şeyi sildim. Ekin’den kalan her şeyi sildim. Üşüyordum, bunlar geldi aklıma, eve döndüm, sonra otobüse atlayıp İstanbul’a döndüm. Olağandı. Zeytin ağaçlarını hatırlıyorum bir de, Assos’a giderken sağlı sollu. O kokuyu bilen varsa, yani yeşilin ve otun olduğu her yerdeki kokudur ama zeytin ağaçlarının kokusu yeşilinkinden ve otunkinden daha bir kokudur, kancayı atar da manzara getirir ansızın, başka yerde alınırsa ilk alındığı yeri gösterir. Diyeceğim, Başaran’ın anlatısını okurken o kokuyu almadım da hatırladım, kokuyu hatırlarken başka bir sürü şeyi hatırladım görüldüğü üzere, iyi veya kötü olmadı da oldu bir. İşte, Başaran 1940’larda Edremit’e gidip yedi yıl öğretmenlik yapmış, “bir masal süresi” diyor, kitabı Edremitlilere ithaf etmiş ki çoğuna da yer veriyor hikâyelerinde. Edremitlilerin çoğu kaç kişi etmeli bilmiyorum, o zamanlar küçücük yer Edremit. Refik Halid iki kez mi gitmişti, anlatıyordu oraları, küçücük köylerde yaşayan gönül zengini insanlar. Gerçi particilik girince oralar da bozulmuş, DP’yi tutan bir adam abisiyle birlikte işlettiği kahvenin karşısına kendi kahvesini açmış, köy ikiye bölünmüş falan. Başaran da anlatıyor, tuttuğu parti iktidar olamayınca aşağı köylülere kin güden bir tarla sahibi kendi mülkünden çıkan suyu kesivermiş. İçme suyu iptal, bunun yanında sulanması gereken o kadar çok tarla var aşağıda, başka yerden su getirme imkanı da yok. Köylüler dava açmışlar o zaman, kamu yararıydı, özel mülkiyetti derken dallanıp budaklanmış mevzu, çözümlenmesi yıllara yayılmış. Facialardan devam edeyim, bir zamanlar oralara ilk geldiğinde Başaran’ı kodamanlardan biri karşılamış, gideceği yere götürmüş. Yıllar sonra tekrar karşılaştıklarında çobanlık yapıyormuş o forslu adam, Başaran çok şaşırmış. Hikâye: tarlası, arabası, traktörü varmış adamın, sonra bıçkının teki musallat olup tarlanın bir bölümünü kapamaya çalışmış. Bizimki yumuşak huylu bir adam, kimseye zararı dokunmaz da tarlaya çökmeye çalışana da müsaade etmez. Silahlar çekilmiş en sonunda, tüfek patlamış, tabanca patlamış, zorba eşek cennetine, bizimki hapishaneye. On yılın beşini yatıp çıkmış adam, döndüğünde hiçbir şeyinin kalmadığını görmüş. Ne hayatlar var oralarda, öğretmen olarak çalışmaya gidenlerin de işi zor, hele yirmilerinin başındaki gençler tam keklik. Başaran’ın gezip dolandığı köylerden birindeki öğretmen arkadaşının anlattığı hikâye: yeni çatılmış okulun bir odasında uyumaya hazırlanan öğretmen güm güm vurulan kapıya koşturmuş, azıcık aralayınca içeri köylü kızın biri girivermiş. Ardından köylüler, filmlerde ellerinde yabalar, tırpanlar, meşaleler olur, öyle bir tayfa. Kızı iğfal etmiş öğretmen, suçluymuş, namus için hemen evlenmeliymiş kızla. Gebe bırakmış üstelik, olmayacak şey! Tuzağa düştüğünü anlamış öğretmen, kurtulana kadar akla karayı seçmiş, neyse ki kız gerçeği, ağasının tecavüzüne uğradığını söylemiş de kurtulmuş adam. İnsanın olduğu yerde olağan, denk geldikçe anlatırım daha, doğaya bakalım biraz. Başaran’ın transandantal izlenimleri keskin, köşeli bir panorama sunmaz, topoğrafik özellikler pek azdır, yani İda’nın engebesi, yüksekliği elbet vardır, anlatıda yer alır ama bu bir tür ululuk olarak ortaya çıkar, öznelliğin son noktasına varasıya coşkundur. Zeytin ağaçları “dumanlı bir yeşillik”tir, “yunmuş yıkanmışlık”tır, ekmeğe katık edilen kara zeytinin has kaynağıdır. “Yanıbaşlarında erikler, armutlar, incirler gürültülü bir bahar yaşarken, onlar sessiz sedasızdı. Dışlarının bir şeyden haberi yoktu, içlerininse baharlarla dolu olduğunu ben biliyordum.” (s. 7) “Cennetayağı” insanın topraktan sıyırıp attığı bir güzelliğin kaydı olduğu için değerli, Edremit’le Akçay arasında kalan alanın bir zamanlar çitlerle değil, nehirlerle bölündüğünü oranın yaşlıları da anlatır. Gerçi hiçbiri kalmamıştır şimdiye, ben çocukken dinlemiştim, Burhaniye’nin eski halini de anneannemin arkadaşı anlatmıştı, benzer şeyler. Ne tuhaf, anneannemin arkadaşı, sanki arkadaşlık genç işiymiş gibi tuhaf çınlıyor. Öğür mü demeli? Onun da hikâyesi var, Başaran’ın yazdıkları dışında her şeyi anlattım ama bunu da anlatmam lazım. Ayvalık’ta yaşayacaktık bir zaman, daha ilkokula başlamamıştım. Yaşayamadık, iyi oldu, o başka. Bir gün Burhaniye’ye gittik, anneannemin Devecikonağı’ndan çocukluk arkadaşı yaşarmış orada. Köyün biri, ben hemen ortalıkta koşturmaya başladım, evin abilerinden biri motosikletine bindirip gezdirdi falan, akşam oldu. Nasıl oturdularsa öyle buldum anneannemle arkadaşını, saatler geçmişti. Gece oldu, köyde dolandık yine, “harmanay” diyor Başaran, öyle bir ay vardı. Döndük, yine oturuyorlar. Sabah kalktık, kahvaltı faslı, hazırlanıp yola çıkacağız. İkisi bir sarıldılar, öptüler birbirlerini. Cennetayağı tatlı bir ıssızlığın, o zamanlar ıssızlık ne anlama geliyorsa onun mekanı, Demeter için sunaklarda sungular. Başaran’ın tabiatta gördüğü ne kadar biricikse Antik Yunan’dan alıp metne tıkıştırdığı ögeler o kadar klişe, bunu eleştirmeli. Zeytinlikler arasında dolanırken Pan fırlıyor bir yerden, Müz dolanıyor orada burada, işte, bir flüt sesi gelirse anlaşılıyor ki şenlik var, yani Bacchus şenliği niye yok mesela, cinsel ekstremitelere de rastlasaydık o zaman, bir o tanrısal güzellikler yok ya.
Mevsimlik işçiler doldurur oraları, aylarca çalışıp üç kuruş parayla dönerler memleketlerine, dolandırılmadıkları zaman. “Biri” derttir resmen, okuyanı üzer. Minibüs değil, toplu taşıma aracına o zaman ne deniyorsa ona binmiştir anlatıcı, köylülerle birlikte cenneti katetmektedir. Yolda döşeğiyle bir adamı görürler, muavin bağırır, yolcular bağırır, adam koşup atlar minibüse. Beş kuruş parası yoktur, ağa emeğinin hakkını vermemiştir, şoför helallik verir ama aşağılamadan duramaz. Perişan haldedir adam, zeytin toplayıcılarının örneğidir. Sırıkla sallarlar zeytinleri, topraktan toplarlar, sonra geçkinleri toplamak için başkaları gelir. Mülk sahiplerinin çıkardıkları arızalar dünyanın her yerindeki arızalarla aynıdır, geçimini toplayıcılıkla sağlayanları tarlalarına sokmazlar, inzibatlar çevirip çuvallarını boşaltırlar yerlilerin. Alaska’da aynı herze, okumuştum, avlakları ellerinden alınan yerliler açlıkla karşı karşıya kalmışlar 1950’lerde. Steinbeck yazmış, hani bizim işçileri de yazacak babayiğitler yok mu diye soruyor Başaran, kendisinden başka. İşçilere kiralanan odalar varmış, sağlık memuru gelip denetlerken anlatıcı da takılıyor peşine, yaşamaya değil ölmeye bile kalınmayacağını yazıyor oralarda. Görevli her sene uyarırmış ağaları, salgın hastalık olmasın diye önlem almalarını istermiş ama dinleyen yok. Bir anda işçi sınıfının sorunlarına çark ediyor anlatı, sonra tekrar zeytinliklerin kokusunu duyuruyor, en son her yer İda.
“İçinden pazarlıklı bakışlar, yalancı gülümsemeler, aldatıcı dostluklar burana gelmişse; kötü niyetlerin pis kokular gibi havanı ağırlaştırdığını duyuyorsan, canın sıkılıyorsa düzcesi canın, Akçay’a git.” (s. 52)
Cevap yaz