“Susan Deniz” işgal ettiği evin ahalisiyle normal bir ilişki kurmak isteyen Alman subayının hikâyesi, aynı zamanda entelektüel Almanların kullanışlı aptallıklarıyla sınanması. Asker tantanası başladığında anlatıcı ve yeğeni evin ne hale geleceğini bilemiyorlar, kimseyi geri çevirecek güçleri yok. Önce iki er, sonra çavuş, sonra bir kamyon eşya, ardından Werner von Ebrennac. Müzisyen subayımız beste yapabileceği kadar çalmaktadır enstrümanını, bir ideal uğruna orduya katılıp Fransa’ya gelmesinin sanatını geliştireceğine inanmaktadır, daha da önemlisi Alman kültürünün höy höylüğüyle Fransız kültürünün minnoşluğunun bileşiminden süper sonuçlara ulaşacaklarını düşünmektedir. Hep beraber ulaşacaklar, böylece Fransızlar düşman bellemeyecek Almanları, aslında her şey muazzam bir sentez için. Hikâyede askerin yumuşak huylu, tatlı sözlü olduğuna dair bir hava mevcuttur, oysa subay daha en başta tahakkümünü kurarak kendi yaşamını, hayallerini, nesi varsa hepsini evin iki sakinine boca eder adeta, onlara konuşma hakkı vermediği gibi varlıklarını ciddiye aldığına dair bir emare de göstermez, aslında dış monolog paralamaktan başka bir amacı yoktur. Anlatıcı kapıları açık bırakır, subayın rahat etmesi için yapmadığı şey kalmaz zira düşman da olsa kimseyi kıramaz, en fazla iletişim kurmayı reddeder. Yeğeni de onun gibidir, müzisyenliğiyle subayın dikkatini çektikten sonra dahi bir kez olsun diyalog kurmayacaklardır. Finalde şans diler kız, o kadar, subay cepheye, rüyalarını bombalamaya gitmektedir çünkü. Geleceğiz, önce adamın düşüncelerine bakalım: Fransa’yı hep sevmiş, uzaktan uzağa da olsa ilgisini göstermiştir çünkü incelik ve şairlik sinmiştir Fransa’ya, mesela kışları dahi Almanya’nın soğuğunun yanında senfoni gibi kalmaktadır. Goethe, Schiller iyidir ama raflardaki kitapların yazarları, Hugo ve Voltaire, Rabelais ve Racine erişilmez bir mertebededirler, Almanlarda da Wagner, Mozart, Beethoven ve Bach vardır, yani iki kanadı bir araya getirmek über bir yükselişe yol açacaktır. Tabii koca ülkeyi devirmeden önce aileye uyum sağlamak gerekir, mümkün olduğunca: “‘Burada onurlu ve yaşlı bir beyle karşılaşmış olmak, bana sevinç ve mutluluk veriyor. Ve bir de sessiz ve genç bir hanım… Bu susuşun sona erdirilmesi gerek. Fransa’nın tüm susuşunu yenmek gerekecek. Bunu başarabilsek ne iyi olurdu!’” (s. 17) Fransa iyi yürekli bir ana gibi göğüslerini uzatıp sütünü emdirmelidir, Fransa susuzluğu dindirmeye koşmalıdır, bunun için “doğruluğun” her türlü “güçlüğü” alt edebileceğini düşünür subay, her zamanki gibi tiradını sonlandırıp iyi geceler dileyerek odasına çekilir. Hitler’in yüce amaçlar güttüğünü düşündüğünü söyler bir başka gece, sevgi dolu bir adamdır Hitler, talep ettiği tek şey de sadece sevgidir. Almanya, Fransa’ya kendi sınırlarını ve özgürlüğünü geri verince müthiş bir iyilik yapmış olacaktır aslında, yani buna benzer bir dünya fikir sıralanıyor da ne oluyor, adamımız Paris’e gidip tertiplerince azarlanıyor, aşağılanıyor, döndüğü zaman üçüncü sınıf bir oyuncu gibi davranmaya başlıyor. Jestler, mimikler, delirmişçesine hareketler derken başına geleni anlatıyor: Almanların niyeti aslında bozukmuş! Çat çut işgal etmeye, kırk pınardan su içmeye gelmişler, sonra pınarları kurutup yollarına devam edeceklermiş. Subayımız kendi yüce düşüncelerinden bahsettiği zaman dalga geçmişler, öyle bir dünya yokmuş, savaşın ne olduğunu bilmiyormuş subay. “‘Teknik kitaplar, ışınlama ile ilgili eserler ve çimento yapımı formülleri dışında başka hiçbir Fransız kitabının Almanya’ya sokulmasına izin verilmeyecek… Genel kültür eserlerinden hiçbiri. Hiçbiri!’” (s. 37) Bir dünya ayar yiyen, hayal kırıcı onca gelişmeyi öğrenen adamımız da cepheye gitmeye karar vermiş çünkü dayanamıyormuş artık, ülkesinin o kadar gaddar olabileceğini gördüğü için bütün hayatı altüst olmuş. Kırsaldaki hava durumunun anlatıcı üzerindeki etkisiyle bitiyor hikâye, başladığı gibi. Subay oradan geçip gitmiştir, belki de oraya hiç gelmemiştir, ne olmuşsa aslında hiçbir şey olmamıştır için göstergedir. Doğa ve insan kalır, düşünceler ve eylemler yok olur.
“Verdun Basımevi” şaşırtıcı, hani yazarını büyük yazar seviyesine taşıyacak basamaklardan biri. Böll havası var, Remarque kokusu var, iyi. Anlatıcının rolü cortlatıyor belki hikâyeyi, sonuçta Vendresse’in arkadaşı olarak neler döndüğünü takip etmiştir elbet de Vendresse’le Dacosta arasındaki muhabbetin detaylarını nereden bilecek, muamma. Epizodlar halinde yazılmış bir öykü, bölümlemeler bulanık, her şey ortaya karışık, güzel. Vendresse patronundan devraldığı matbaayı on numara işletir, ilk savaşın ganimetidir sanki o dükkân. Anlatıcıyı “bolşevik” olmakla suçlar şakayla karışık, kalıp yargıları vardır, aslında başlarda Almanları tuttuğu bile söylenebilir. Zamanla değişecektir, ağır ağır. Biraz yakınlık şart böyle öykülerde, yaşanacak facialardan önce insanların birbirlerine duydukları güveni, sevgiyi görmeli, öfkeyi de. Vendresse’inki biraz poz, 1936’da işler kötü gitmeye başlayınca Dacosta’nın greve katılmaya karar vermesi, fazla mesaiyle iş kaybını telafi etmeyi önermesi Vendresse’i acayip kızdırıyor ama ekmeklerini birlikte kazanıyorlar, nihayetinde savaşa birlikte gidiyorlar. Cepheden kurtulmaları başlı başına bir öykü olur, biz sadece düşünsel çatışmalarını görebiliyoruz. Aynı bölükte yer almalarını sağlayan da anlatıcı bu arada, olayların içinde olmasa da akışı yönlendirmekten sorumlu. Çatışma dedim, Dacors’a göre haklardan vazgeçe vazgeçe geride köle olmaktan başka bir seçenek kalmıyor, Pétain’in başa geçmesi de cumhuriyetin elden gittiğini gösteriyor ama Vendresse öyle düşünmüyor, kriz anlarında radikal kararlar alınabilir. Dacosta daha temkinli, binlerce yıldır çektiği acıların etkisi de var tabii. Yahudilerin yakın zamanda tekrar eziyet çekeceğini öngörmesine rağmen inanmayı ve güvenmeyi tercih ediyor Vendresse’e. Karar doğru, verilen sözlerin tutulacağını düşünerek iş yapması yanlış. Savaştan dönüyorlar, Vendresse’e Paars adında bir adam yanaşıyor, eski muharip matbaacılar bilmem ne cemiyetinin mühim bir ismi. Bu adam baskıyı adım adım artırarak Vendresse’i vicdanlı, mantıklı bir adam haline getirecek, aslında ilk konuşmalarında Vendresse yine biraz Nazilik yapıyor ama bütün Yahudilerin toplanması, uzaklaştırılması da doğru olmasa gerek. Dacosta mesela, Yahudi, hiç de söylendiği gibi bebek yemiyor ki kendi ailesi var, çocuklarını seven bir adam Dacors. Bu yüzden işler iyice çığırından çıktığında çocuklarına bakması için Vendresse’e söz verdiriyor. Ani bir geçiş: Vendresse’i anlatıcıyla görüyoruz, ortada basılması gereken bir broşür var bu kez. Matbaacımız sözünü tutamamış, evini basan yeniyetme dazlakları engelleyememiştir, kırk yıldır yanında çalışan adamdan özür de dileyemez çünkü adam bir süre önce evden uzaklaşmış, patronunun ve kendi ailesinin başına bir iş gelmemesi için önlemler almaya çalışmıştır. Sonuç belli, Dacors yok ortada, Vendresse elinden geleni gerçekten yapar. Eh, bunun bedeli olarak Paars’ın eline düşer, yaşamı mahvolur. Herkesin başına korkunç işler gelir, Paars hariç. Zaferden sonra hemen tövbe edip yeni dalgaya bırakır kendini, özürden sonra gelen zenginlik haysiyetsizliğinin kanıtıdır.
“At ve Ölüm” ne şahane öykü, birbiriyle alakasız ve alakalı iki olay bu kadar komik ve korkutucu olabilirdi. Han düşünün, hikâyeler anlatılıyor, ilki bir atla alakalı. Sokakta buldukları atı bir binaya sokanlar kapılardan birine bağlıyorlar hayvanı, zili çaldıklarında içerideki kişi kimin geldiğini sorunca “At!” diye bağırıyorlar. Delikte bakınca, yani, gerçekten at. Matrak. İkinci hikâye Paris’e gelen Hitler’le ilgili. Yirmi yıldır bildiği Alman sanatçının eserlerini görmek Paris’e geldiği zaman yapmak istediği ilk şey Hitler’in, bu yüzden sanatçının evine gidiyorlar, kapıyı açan kadın karşısında Hitler’i görüyor. Bir at değil ama soykırım faili, kâfi.
Üç öykü, savaşın çıngırtılarıyla dolu Fransa’dan üç sahne.
Cevap yaz