Zeyyat Selimoğlu – Soyunanlar

Eski Defter’den Yeni Defter’e bir lise talebesinin İkinci Dünya Savaşı yıllarında Alman Lisesi’nin savaş çığırtkanlığı yapan hocalarına ve öğrencilerine karşı dik duran, şahit olduğu çirkinliklerden edebiyata sığınarak kurtulmaya çalışan bir çocuğun hikâyesini anlatır, haksızlıklara karşı çıkan bir iki karakterin akıbetlerine de yer verir ki insanlık için ne bedeller ödendiği, yazarın durduğu yer belli olsun. Selimoğlu’nu böyle tanıdım ben, yaşam öyküsünün bir kısmını okumak neden unutulduğuna dair bir iki şey göstermişti. Üçüncü öyküye gelince çıkacak ortaya, hemen hemen bütün büyük ödülleri kazanmış iyi bir yazarın rağbet görmediğini anımsatmak yeter şimdilik. Bir de büstünden tanıdım Selimoğlu’nu ben, Heybeliada’da öyle aylak aylak dolanırken bir anda karşımıza çıkmıştı, Yeşim fotoğrafımızı çekmişti. Selimoğlu’nun eviymiş orası, bir de fiyakalı plaket takmışlar, tamam. Ne sevinmiştim, kimlerin nerelerde evleri var da bilmiyoruz. Mesela ikinci öyküde anlatıyor Selimoğlu, Can Yücel’in de evi varmış orada, balkonundan tak tuk daktilo sesleri dökülürmüş. Cemal Süreya’nın Ece Ayhan’la bir diyaloğu var, Selçuk Baran’ın evini sokağıyla, caddesiyle, binasıyla anlatıyor da biliniyor mu bugün hangi evdir o, Salâh Birsel sokağını anlatıyor da bir anıt, bir şey konmuş mudur evinin önüne, yok. Az alakalı ama Necati Tosuner’den yirmi dakika uzakta oturuyormuşum, nereden bilecektim tanışmak istemeseydi. “Ona sordum yok, buna sordum yok, kimsin kardeşim sen, nerede oturursun?” Buradayım efendim, bir telefonunuzla koşar gelirim, evinizin önüne plaketi kendi ellerimle çakacağım. Düşünüyorum, Selimoğlu’nun evini ikinci öyküden çıkarırmışım basbayağı. “Bir ADA Soyunuyor”u okuyan herkes çıkarabilir. Vapura binmek kâfi, gerisini öykü halledecek. Sokak sokak anlatıyor zaten, mevsim mevsim, çiçek çiçek, insan insan ADA. İskeleye çıkar çıkmaz içinizi açan bir hava karşılıyor sizi, yandaki Deniz Harp Okulu’nun kuleleri, renkleri, nesi varsa selamda. Sağında Neşet’in gazinosu, iki dondurmacı. Tur başladı. Dondurmacıları geçince sağ köşede postane, açsak “Pastırma Tarator Telkadayıfı”, hastaysak “Penisilin Tetanos Tetra”, çağrışımların ucu bucağı yok Selimoğlu’nun öykülerinde, anlatıcı pek kıvrak olduğundan hiç sızlatmıyor öyküyü. Örnek: “Siz şimdi postaneye girmiyorsunuz. Verilecek mektubunuz, havaleniz yok ki! Postaneden içeri girmeyince, tam karşınıza ADA’nın küçük parkı gelir kurulur. Bu park hep oturur öyle, hiç dolaşmaz.” (s. 28) Abim malum lisenin sınavına girdiği zaman bu parkta oturup beklemiştik annemle, adamın birinin büstü vardı, sonra abim “r”leri söyleyemediği için elenince çok üzülmüştük de bir daha üzülmemek için o lisenin sınavlarına girmemiştim ben, hâlâ da söyleyemem. Büstü görmektense erinmem, kaç kez gülümsemişimdir ki iyi yapmışım, anlatıcı, “Nasılsınız Hüseyin bey?” diye seslenebileceğimizi de söylüyor. Yıl 1979, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı hatırlayanlar var, kahvelerde gazinolarda pek görünmeden sessiz sessiz yaşarmış evinde. Ahmet Rasim’se az geride kalan Neşet’in gazinosunda sık sık görünürmüş, içki masalarında eğlenirmiş bir güzel. Neler çekmiş adam Abdulhamid The Second’dan, eğlenebildiği kadar eğlendiyse ne mutlu. Sonra, ADA’nın çarşısında lokantalar, kuruyemişçiler, ciğerci, bankalar, dört yol ağzına gelince insan bir şaşırıyor, nereye? Dükkânları, sokakları burada bırakıp adanın meşhurlarına geleyim, İsmet İnönü’nün evi oralarda bir yerde. Yanındaki er ondan önce atlarmış da Şef’in yakınında dururmuş, çıkınca havlu koştururmuş hemen, Şef’i yaklaşmak isteyenlere perde olurmuş. Can Yücel de tamam, o zaman Yorgo’ya gelebiliriz, ADA’nın yerlilerine. Anlatıcıya göre Alexis Zorba’nın ADA şubesi bu Mezarcı Yorgo, her türlü mezar, bahçe, tesisat işlerine bakar, gönlünce yaşar, kalabalıktan nefret eder. Anlatıcı Zorba’yla benzerliğinden bahsedince aman dileniyor Yorgo, Girit’ten çıkıp gelmesin o adam, zaten yeterince kalabalık oralar. Barba Niko’nun meyhanesinde unutulurmuş bunlar, bir muhabbetmiş ki zaman dursun için kadehler sıralanırmış, görür de tamam der, durdum. Neyin nereden çıkacağı belli olmuyor, demedim de çağrışımlardan, öykünün doğasından gelsin: Refah Şehitleri Caddesi’nin adı ne acıymış meğer. 1941’de İngiltere’den dört denizaltı satın almışız, savaş alevlenince İngilizler sözlerini tutmayıp denizaltıları getirmemişler. Denizler tekin değilse de 167 denizci yola çıkmış, Akdeniz’in orta yerinde torpillenmişler. Gemide tek bir filika var, o filikaya binenler kurtulmuş, diğerleri vefat etmiş. Melih Cevdet Anday’ın abisi Nejat Anday vefat edenlerin arasında. Facianın detayları internette var, Selimoğlu üslubunca şöyle bir değinip geçiyor, itfaiyeye uğrayıp eski yangınlara dokunuyor, ADA’ya şahsiyet kazandırıyor resmen. Hayalimdir, vapurdan iner inmez bu öyküyü okumaya başlayacağım ve tarih olmuş mekanların izini süreceğim.

İlk öykü Karadeniz’in bıçkın denizcilerinden birinin hikâyesi, Selimoğlu’nun anlattığı pek çoğundan birinin. “Bir Dede Soyunuyor”. Görüldüğü üzere dört öykü de soyunma üzerine, esvabından söylencesinden kurtulan kim veya neyse hikâyesiyle kalıyor ortada, bunu okuyoruz. Bu öyküdeki dedenin başından çok olay geçmiş, anlatıcı bir bir döküyor da dede öldükten yıllar sonra anlattığını araya sıkıştırıveriyor, yoksa hâlâ dan dun dolandığını bileceğiz adamın. Danlık dunluk bastonun marifeti, dede sabah ezanına giderken evleri, sokakları inletirmiş de insanları katarmış önüne, mahalleli namaz vaktinin geldiğini anlarmış. “Oy dede de uy dede”, anlatıcı bu kalıbı tekrarlayarak masallaştırıyor öyküyü, masalsı bir iki öge de cabası. Tövbesinden önce dedemiz denizciymiş, ihtilal patlamadan önce Ruslarla ticaret yapan bir geminin has adamlarından. Ayarladığı kızla buluşmak için sarayın oralarda dolanırken halkın baskın yaptığını görmüş, takılmış peşlerine. Öyle bir zenginlik olamaz, kıymetli taşlar, eşyalar, gırla da adamların başı oradaki her şeyin halka ait olduğunu, hiçbir şeyin aşırılmaması gerektiğini haykırınca gözlerdeki parıltı sönmüş, zafer şarkılarına gelmiş sıra. Oy dede uy dedenin elleri durmamış, sarayı gezerken bir masadan, bir raftan, bir yerden, bir havadan toplamış, ceplerini doldurmuş, dışarı çıktığında kendisine doğru koşan kadını geride bırakıp yallah. Taşlarla gemiler almış, ahşap gemilerin zamanı geçince demirden almış bir tane, o da jilet olup Ruslara geri dönmüş! Pinti dede oğullarıyla kavgalı, ayrı bahis. Haydutluğuna devam edelim, kaptanı insan kaçakçılığına ikna etmiş dedemiz, Rusya’dan kaçmaya çalışan soyluları, zenginleri gemiye almışlar. Değerli eşyalar bir köşede, eşyaların sahipleri denizde, görev tamam. Vay dede oha dede gemiye sığınanları birer birer denize atarmış da eşyalara el koyarmış, az katil değilmiş açıkçası. Yaşlılığında torunlarına kızarttığı çavdar ekmekleriyle hatırlanmış anlatıcıya göre, torunlarından biri o ekmeklerle ve gülümseyerek bakan gözleriyle hatırlıyormuş artık. Selimoğlu’nun öyküde gerçekçilikle ilgili görüşü şurada, acaba kendi dedesini mi anlattı? Anılarını tekrar okumalı, bir şeyler çıkar.

Üçüncü öykü “Bir Büyük Soyunuyor”, bu büyüğümüz hikâyesini kendi anlatıyor ve daha en baştan bırakıyor bombayı: “Dostum, dinle dostum, bizim bakanlığımız başkaydı, tek parti bakanlığı bu, kolay mı? Yaptığın işleri ne bir eleştiren var, ne yol gösteren bir muhalefet, ne de gazetecilerin eli bir şey yazmaya, işine karışmaya kalkışabilir.” (s. 57) Gerisi bu büyüğümüzün yediği haltlardan ibaret, cinayet işleyip bakan arkadaşına mı örtbas ettirmemiş, Fransız bürokratlarının kızlarının ayaklarını mı ezmemiş dans ederken, sığırlıklardan sığırlık beğen. Daha da neler, öykünün tepki çektiğinden eminim ama bunu ispatlayamam. Selimoğlu dan dan anlatıyor işte, Yaşar Kemal de anlatmıştı, İrfan Yalçın anlattı, daha da kimler anlattı ama adı Yaşar Kemal kadar büyük olanlar kaldı geriye, elek onları eleyemedi bir.

Selimoğlu öykümüz için bir olay, okunmalı. Eksik Parça basmış, şimdi gördüm de.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!