Osmanlı’nın cinleri bildiğimiz cinler gibi cinlerdir, yani cinleri ne kadar biliyorsak Osmanlılar da o kadar biliyorlardı ama bizim bu varlığa yaklaşımımız onlarda yoktu, onlar başka türlü yaklaşıyorlardı. “Başa çıkma biçimleri” diyor Sariyannis, bu varlıkların düşüncesiyle nasıl başa çıkılır, mesela vesveseye kapılmamamızı söylerler çünkü vesveseden beslenirlermiş. Şu an Küçükyalı’da deli rüzgâr esiyor, fırtına var, salonun ve mutfağın kapısı dan dun vuruyor, takoz tukoz bir şey koyamayacak kadar üşeniyorum kalkmaya, bu durumda vesvese yapabilirim ama yapmıyorum çünkü rüzgâr. Ama ya değilse. Mesela. Dümdüz rüzgâr oysa. Anladınız mı. Vesvese yani. Durduk yere telaş yapmaya da gerek yok, Osmanlılar her şeyin Allah’tan geldiğini düşündükleri için “doğaüstü”nün ne olduğunu bilmezlermiş, her şey doğaymış ve doğa Allah’tan gelirmiş, her şey Allah’tanmış. Mahlukların kaynağı belli, öte yanda da belli değil mi o zaman, iblislerin paşa keyiflerine göre topraktan bittiklerini düşünen yoktur zannediyorum, Sariyannis’in burada kastettiği teolojik bir açıklamanın dışında kalan öcülere dair malumat. Hortlak hikâyeleri oldukça ihmal edilmiş, üzerinde çalışılmamış bir tür, vampir kanadı doğrudan Balkan halk kültürüyle ilişkili. Ölülerin bir anda ortaya çıkmaları veya iletişim kurmaya çalışmaları neredeyse hiç yaşanmamış, falcılık ve büyücülük yaygın ama cadı avına yol açmamış çünkü üfürükçülüğün dinî otoritelerce eleştirilmesi, ibretlik birkaç cezanın kesilmesi yetmiş, bu durumda İslamiyet hallediyor mevzuyu belli ki. Rüyada şıhla şeyhle karşılaşmak için meditasyon teknikleri bile geliştirilmiş, Sünni âlimler tarafından “en azından kabul edilebilir pratikler” olarak görülmüş bunlar. “Bu tür pratikler o kadar yaygın bir şekilde uygulanmıştır ki bu yaygınlık ‘cadılığın’ katı ortodoks bir dinî tanımının yapılmasını engellemiş bile olabilir. Konuya dair aydınlatıcı bir söz dağarcığının bulunmaması ve uzmanlar tarafında yazılmış metinlerin eksikliği de bu türden bir eğilime işaret eder.” (s. 15) Üstü kapalı bir kabul yani, kutsal kitabın sayfalarını yırtıp mambo cambo yapmadığınız müddetçe başınıza bir iş gelmiyor. Cinlerin insanları ele geçirmeleri tartışma konusu olmuş uzun zaman, bilgili kişiler bunun mümkün olabileceğini reddederken ele geçirilme iddiaları patlak veriyormuş sürekli, okültist bilimlerin dışında ve itikadın içinde yer aldığından bu tür çatışmalar bir dengeye kavuşmuş kendiliğinden. Evliyaların uçup kaçmalarına hiç girmiyor Sariyannis, konuyla alakalı olsa da ayrı bir çalışmayı hak eden geniş bir alan evliyalık.
Osmanlı zamanında işler karışık, ölümcül bir günahla ölen bir adam “berzah” denen dünyada cine dönüşebiliyor. Dünyalar arasındaki engelleri aşabiliyor mu, bilinen o ki burada ruhsal bedene bürünen varlık sınırı geçerse günahı boynunadır, sonuçta geçer. “Araf” ölülerin geçici olarak cennet ve cehennem arasında bir ara durumda olacakları alan, malum, burada takılanlar Cennetlik veya Cehennemlik değil henüz, nerelik, cansız bedenlerinin başında ağlayanları ve yas tutanları izleyen ruhlar İslam kültüründe kabul gördüklerine göre bizim dünyalık. Ruhların yaşayanları görüp göremedikleri önemli bir tartışma konusuysa da Ebussuud Efendi’nin dediğine göre “kudret develeri” imansız Müslümanların cesetlerini kâfirlerin mezarlıklarına falan taşımıyormuş, Kadızadeli hareketi de ölülerden herhangi bir ruhani yardım ya da şefaat istemenin caiz olabileceğini reddetmiş, bunların yanında Kadızadeli hareketinin en önemli muhalifi Halveti şeyhi Abdülmecid Sivasî Efendi’ye göre dindar bir adamın dua ettiği günahkâr günahlarından kurtulabilirmiş, dindar bir kişinin mezarından feyiz ve ilahi nur alınabilirmiş, yani standardı yok bu işin. Cinlerin bedenleri, inançları, zibidilikleri ve efendilikleri tartışılırken Süleyman zamanında cinlerin görünür oldukları, Muhammed’le birlikte gözden ırağa çekildikleri söyleniyor, Yunan Ortodoks Kilisesi’ne göre cinlerle aynı öcülüğe sahip hortlaklar cesedi elbise gibi giyen şeytanın bir hilesinden başka bir şey değilmiş, o kanatta da anlaşmazlıklar var. Bu tırışkaların meşru kaynağı ne ola, Evliya Çelebi’nin anlattığına göre Mohaç’ta Peygamber tarafından yollanan askerler düşmanı çat çut indirince askerlerden biri bu yeşilli tayfaya sormuş: “Sultânım, siz ne mene askersiz?” Bunlardan biri demiş: “Biz Nihâvend gazâsında şehîd olan ervâh-ı ashâb-ı güzîniz.” Müslümanların İran’ı fethettiği savaş Nihavend, yılı 642, bu savaşta şehit olanlar gelip Mohaç’ı kazandırmışlar, sonra Çanakkale’ye gelmişler, şimdi Filistin’de görüldüler malum. Bu konularla ilgili Ebussuud Efendi’nin üç fetvası var, mühim. Şeyhülislama göre bazı ölülerin bedenlerinin mezarda canlanmaları ilahi güç için imkansız değil, kötü ruhlar kendilerine bağlı olanların cesetlerine yapışabilirler, bu durumda kalbe kazık çakmak, cesedi çıkarıp yakmak yerine üzerini örtmek kafidir. Diğer iki fetva şöyle: Selanik yakınlarındaki bir köyde bir Hıristiyan hortlamış, Müslümanlar kaçıp kaçmamayı soruyorlar, Ebussuud’a göre yetkililere başvurmak en iyi önlem. De, üçüncü fetva süper, bu cesetlerle başa çıkmak için etkili bir yol lazımmış meğer. “Ebussuud, bunun insan aklının ve dilinin üstesinden gelemeyeceği kadar büyük bir sorun olduğunu ama yanmış bir çubuğun mezarların olabildiğince derinine saplanabileceğini belirtir. Eğer bu başarılı olmazsa, yani cesette hâlâ renk varsa, cesedin başı kesilmeli ve cesedin ayaklarının yanına atılmalıdır ya da ceset mezardan çıkarılıp yakılmalıdır. İlk fetvadaki olayda cesedin bir Müslüman’a ait olduğu, ikinci fetvadaki olayda ise şeyhülislamın gayrimüslim bir bölgenin âdetlerine göre düşünce belirtiyor olma ihtimali göz önünde bulundurulursa, bu fetvalar arasındaki çelişki belki de uzlaştırılabilir.” (s. 36) Yani öcü kişiye göre Van Helsing’e dönüşeceğiz veya Müslüman Constantine’leri çağıracağız, nitekim zamanın Edirne kadısı fetvalardan yüz yıl sonra Ebussuud’un dediklerine Arapça kitaplarda rastlanmadığını söyler, en iyisi kazıklı tedbirlere başvurmaktır. Tırnovo’da iki “yaşayan ölü” yeniçeriyle ilgili garip bir rapor var, kazık, kaynar su ve en nihayetinde ateş kullanılarak öldürülmüşler 1833’te, büyücülük uzmanlarına yapılan ödemelerle ilgili üç de kayıt var, resmî belgelerdeki bu bilgiler devletin acayip varlıkları tanıdığını gösteriyor. Carlo Ginzburg’a göre cadılarla bereketli bir hasat için yapılan savaşlara kadar giden Şamanizm geçmişinin ürünü bunlar, İtalya yarımadasından Baltık Denizi’ne, Sibirya’ya kadar uzanan bir halk kültürünün kalıntıları. “Veba ordusu” denen “siyah giyen adamlar” tayfasını anlatıyor Evliya Çelebi, Üsküdar üzerinde karşılaşan var bu orduyla, Allah esirgeye. Çerkes kültüründeki “kara koncoloz nâm câdûlar” her gece mağaralardan çıkıp aksiyon yaratırlarmış, Cezayir Arapçasına bile geçtiğine göre kültürle yayılan bir sorun “qârâqendlûz”. Hepsinden önce bizim Lala Şahin ve Fenerli Baba var, Mustafakemalpaşa’da çok duydum ama her kazanın, kasabanın bir abdest alan ölüsü, ulusu vardır herhalde. Söylenir ki türbesinin civarında takılanlar ibriğin boş olduğunu görürlermiş her sabah, gece dolduranlar gelip bakarlarmış ki, aa, su yok. Ey, Lala Şahin abdest alırmış da sabah namazını kılarmış, hatta bazen Fenerli Baba da gelirmiş kazanın öbür tarafından, birlikte namaz kılıp sokaklarda dolanırlarmış. Lala Şahin’in zamanında sokak mokak yoktu, Fenerli Baba öğretmiş olmalı. Yaklaşık yüz kilometre ötede Apollo’nun adına kurulmuş antik bir kent var, şimdi “Gölyazı” diyoruz, mesela tanrılarla evliyalar arasında münakaşa çıkıyor mu merak ediyorum. Neyse, padişahın ruhu gelincik şeklini almış Evliya Çelebi’ye göre, ölüleri diriltmek ve ölüleri denetlemek erken dönem Osmanlı dervişlerinin biyografilerinde epeyce yaygınmış, kısacası devlet bu işleri biraz dizginlemiş ama düğümü sıkıca atmamış, toplum bu söylenceleri yayıp sosyal bağları sıkı tutmuş.
Ecinniler yani, iyi kitap.
Cevap yaz