“Evine Dön, Genç Kız”: Diyalogların genişlettiği hikâye. Anlatıcının verdiği çerçeveleri diyaloglar çoğun doldurur, betimlemeler çerçeveleri bağlar. Jim de Villiers bir saat önce çıkagelmiştir işinden, Janie babasının erken geldiğini görünce paniğe kapılır, aslında babasının sözünden çıkmayan bir kızdır ama etrafa saçılmış iğneler ve daha da önemlisi üzerindeki beyaz elbise sorun çıkaracaktır, sorunu ve gerisini göreceğiz, adım adım. Anne fırtınayı göğüsleyecektir, eşinin hışımla içeri dalması sille tokat girişeceği izlenimini uyandırır ama konuşmanın gidişatından Jim’in şiddete meyilli bir insan olmadığını anlarız, hatta Jim’in oğlu Johnny karşısında laf dinleyen bir ihtiyara dönüştüğünü de görürüz, anne neden uç noktayı bekler ki o zaman? Neyse, Jim salona dalar, kızının üzerindeki parlak elbiseyi görür, neler olup bittiğini sorar. Parkside Anneler Kulübü’nün partisi için prova, basit. Jim için onursuzluktur o partiye gitmek, beyazların istediği türde birine dönüşmek kabul edilebilir değildir. “‘Yönetici, kadınların ve erkeklerin kardeşliği konusunda bir sürü palavra sıkacak. Ama kızlarımızdan iri haftaya onun evine adımını atacak olsa, içeri ancak arka kapıdan girebilecek.’” (s. 19) Oy hakkı, ev, her şey her an kaybolabilir, Yönetici hükümetin adamı olduğu için her ne kadar melezlerin yanında yer alıyormuş gibi görünse de talimatları yerine getirmektedir, üstelik yeni çıkan Sanayi Uzlaşma Yasası yüzünden elindekilerden olabilir Jim, işletmelerin tek bir sözle kapatılabilecek olması Siyahilerin ölüm fermanıdır adeta. Anneyse kızının tek bir geceliğine olsun saygı görmesini ister, iki düşüncenin çatışmasında annelik kartını kullanarak Johnny’yi yanına müttefik olarak alır. Oğlunun da planları vardır o gece için, arkadaşlarıyla birlikte partide protesto eylemi düzenlemiştir, annesinden üstü kapalı olarak izin alır ve babasına giderek Janie için müsaade ister, karşılığında ertesi gün babasının yapacağı sendika konuşmasını yazacaktır. Aile içi çıkar ilişkileri herkes için işlerin yolunda gitmesini sağlar, bir süreliğine. “Kadın, oğlundan yardım istemedi. Johnny de biliyordu onun kendisinden yardım istemeyeceğini. Ruhsuz bir koca, gerçeklerden uzaklarda hayalci bir kız ve kabadayı bir oğul. Hiçbirinin fazla bir yararı yoktu kendisine.” (s. 29) Kadın yılgın, kızının daha iyi koşullarda yaşamasından başka bir şey istemiyor, bir günlüğüne de olsa o rüyayı yaşatacak, gerisi politika.
“Ufaklık”tan itibaren konsept öyküler başlıyor, önsöz niteliğindeki açıklamayı özetlemek faydalı olur: 1934’te köklü değişikliklerin hayata geçtiği Güney Afrika’da yirmi bir yaşın altındaki suçluların bulunduğu kurumlar Adalet Bakanlığı’ndan Eğitim Bakanlığı’na devredilir, o dönemin Eğitim Bakanı Jan Hofmeyr kendisinden iş isteyen Paton’a Diepkloof Islahevi’nin yöneticiliğini verir. Johannesburg’un eteklerindeki kurum Siyah çocuklarla doludur, tam bir cezaevidir, kilitli hücrelerde umutsuzluktan başka bir şey büyümez. Paton on yıl içinde atmosferi tamamen değiştirir, tel örgülerle birlikte parmaklıkları da kaldırır, çiçek bahçeleri yayılır her yere. Çocukların bir kısmı daha kolay ıslah olur, eski ortamda ıslah olmayacaklar da ıslah olur ama bazıları bunu başaramaz, yine de büyük bir değişimdir bu, Paton’ın eseridir. “‘Benim inancım şudur; korkunun gücüne karşı koyacak tek güç, sevgidir. Bu zayıf bir şeydir. İnce bir şeydir. İnsanlar bunu küçük görür. Bundan nefret ederler. Fakat ben, yine de Güney Afrika’nın ciddi ve derin sorunlarının sürekli ve değerli çözümünün güç ve zor kullanılmasıyla sağlanamayacağının anlaşılacağı günü beklemekteyim. Bu da ancak ve ancak, anlayış ve sevginin bir çözüm getireceğinin anlaşıldığı bir gün olacak.’” (s. 15) Ufaklık’ın hikâyesinden önce anlatıcı, çocuklara yaklaşımını açıklıyor, otoriteyle yoğrulmayanların iyi yöndeki değişimlerine örnekler sunuyor, ne ki mutlu sonla biten bir öykü değil bu. Ufaklık iki abisi, iki de ablası olduğunu söylüyor anlatıcıya, onlarla birlikte yaşadığı zamanlardan hikâyeleri zengin ama tutarsızlıklar bariz. Cevap alamamasına rağmen yazdığı sayısız mektubun muhatabı Betty Maarman’ın gerçekten var olduğunu Sosyal Güvenlik Dairesi’nden gelen mektup gösteriyor, kadının çocukları da gerçek, Ufaklık zaten gerçek. Yani geçmişte karşılaşmışlar ama Betty çocuğa hiçbir zaman annelik yapmamış, sokak çocuğu Ufaklık’la ilişki kurarak ailesini tehlikeye atmak istememiş. Yalanı ortaya çıkınca Ufaklık vereme yakalanmış, günden güne erirken Betty çocuğu görmeye gelmemiş ama daha fazla dayanamayıp Ufaklık’ın son günlerini huzur içinde geçirebilmesi için teşrif etmiş, mezar taşına da “anne” olarak yazdırmış adını. Pişmanlığı derin, anlatıcı vereme her koşulda yakalanacağını söylüyor Ufaklık’ın ama Betty başka düşünüyor.
“Bölünmüş Ev” en trajik öykülerden biri, Jacky’nin göz göre göre ölüme gitmesiyle ilgili. Terzilik yapan Jacky’nin bir eve gizlice girmeye çalışırken vurulması anlatıcının hikâyeye dahil olmasından kısa süre önce gerçekleşmiş, sonrasında Tanrı’nın kendisiyle konuştuğunu söyleyen Jacky rahip olmak istediğine karar vermiş. Jacky’nin uğraşı bitmek bilmiyor hastane faslından sonra, anlatıcının dediklerini yapmasına rağmen bir süre sonra şeytana uyup suç işliyor, her seferinde “baba” dediği anlatıcının affına sığınıp tekrar deniyor, tekrar yeniliyor. Ha, arada “Dişe Diş” var, otoritenin mahvettiği yaşamlara bir bakış. Beyaz adam öldürüldüğü zaman ilk olarak Siyahların veya melezlerin evleri basıldığı için herkes temkinli, polisler elbet gelecekler. Enoch Maarman ve eşi gelenleri karşıladıktan sonra insanca davranarak belayı savuşturabileceklerini düşünseler de hükümlerinin çoktan verildiğini, dedektiflerin sorgularının oyun oynamaktan farklı olmadığını bilmiyorlar. Sinir bozucu diyaloglardan sonra Enoch götürülüyor, eşi Sara’ya evi terk etmesi için üç günlük süre tanınıyor. Üç günde bütün bir hayat değişecek, üstelik Enoch da yok artık. Boşluğun ortasında Sara, taşınacağı yeri düşünürken bırakıyoruz onu orada. “Beyazlara Mahsus”un türevlerini çok yerde gördük, Beni Asla Bırakma ilk akla gelecek örneklerden. Yarışmalar var malum, eserler sanki belli bir kıstas varmış gibi yan yana diziliyorlar da arkası sağlam olan kazanıyor, öyle bir şey. Mesele heykel yarışması, koşullarda Siyahların katılamayacağı söylenmediği için Edward Simelane eserini yolluyor ve birinciliğe layık görülüyor, fakat ödülü almaya giderse başına gelecekler var. Gitmiyor, başarısını kutlamak için viski içiyor sadece, hayatında içtiği ilk viskinin hikâyesi esas. Eseri gazetelerde, mevzu her yerde anlatılıyor, o sıra beyaz bir adamın eserine baktığını görüyor Simelane, daha doğrusu heykelinin fotoğrafına. Adamın davetini geri çeviriyor ama ısrarlara dayanamayarak adamın evine gidiyor, aileyle tanışıyor, kendisi gibi gönlünü açmak isteyenlerin arasında vakit geçiriyor. Adam zaten hüzünlü, Siyahların yaşadıklarını lanetliyor, tüm aile Simelane’ye yakınlık gösterdikten sonra eve dönüyor adam, yaşadıklarını anlatınca eşi ağlamaya başlıyor. Sanat işte, rengi mengi yok, herkes bir kaşık atabilir. Klonlar dahi.
“Sponono” kitaptaki en öykü, on yıllık güvenin yıkılma ânı etkileyici. Sponono sürekli ıslah olacağını söyleyen bir genç, bulunan sayısız işten kovuluyor, suç işliyor, yine de daha iyi bir insan olmaya çalıştığı kesin. Anlatıcı görev yerinden ayrıldıktan sonra da yıllarca mektuplaşıyor adamla, pes ettiği nokta enteresan. “Sponono, seninle ben, senin hiç bilmediğin bir oyunun deyimiyle, pata kaldık. Sen hareket ediyorsun, ben hareket ediyorum ama ikimizden biri asla ötekini teslim alamayacak. Ben sana bir şans tanımıştım, ama sen, açıklaması ikimiz için de mümkün olmayan nedenlerle, bu fırsatı kullanmadın. Sen de bana bir şans tanımıştın ve ben de doğru ve gerekli saydığım nedenlerle o fırsatı kullanmadım.” (s. 102) Islah ve af, boşa çaba.
Güney Afrika’dan basit, etkileyici öyküler.
Cevap yaz