Yazılarının orasına burasına sıkıştırdığı kişisel tarihini Siyaset: Haftalık Politika ve Kültür Gazetesi‘nde toparlayıvermiş Karay, elli yıl öncesinin sosyal yaşamını kayıt altına alırken arada yakınmış da, o zamanların İstanbul’unu, aile yaşamını anlatan kimse yokmuş, kendisi bu işe gönüllü olmuş ama yetmezmiş, anılarına güvenen yazarlar el atmalıymış mevzuya. İlginç, onca yazısını okudum, Reşat Ekrem Koçu’dan hemen hiç bahsetmiyor Refik Halid, İstanbul Ansiklopedisi‘ni anmıyor. Sebebini merak ettim, İstanbul’u daha kapsamlı bir şekilde inceleyen başka bir çalışma var mıdır bilmem, yazarlar arasındaki muhtemel çatışmayı da bilmem, tuhaf mesele. Şu kesin, Refik Halid gibi bir yazara sahip olduğumuz için biz bir şanslıysak İstanbul on şanslı. Köprüleri tamam, meşhur sokakları da tamam ama Bostancı’daki deniz banyolarından, Taşdelen’deki kaynak sularından, Pendik’teki yazlıklardan böylesi renklerle bahseden kim var, Mahmut Yesari mesela, onun inadı da başka türlü olduğu için alanı dar, mesela Kartal taraflarını, Yakacık’ı Yesari’den okuruz da başka bir şey bulamayız, biraz da Erenköy vardır. Kurmacalarında elbet ferah ferah yayılır deniz kenarlarıyla tepişik mahalleler, ne ki Refik Halid’in paleti eksiktir. İki yazarın romanları da vasat, iki çırpışla deviriverirler koca koca metinleri, kurgu dışı yazılarına baktığımızdaysa Refik Halid’in üstünlüğü bariz. Sanıyorum tek eksiği Küçükyalı’dan bahsetmemesidir, Refik Halid şuraya kadar getirir lafı da ötesine bakmaz çünkü köşkler, yalılar bitermiş Bostancı’da. Ağacı var bunun, Salâh Birsel yazmış. E yalısı var, Oktay Akbal zamanında dedesiyle trene atlayıp gelmiş, ev arsa bakmışlar buradan. Yakışmadı yani. Öyle olsun, on dakika ötemin yüz küsur yıl öncesine bakıyorum: Köprüyü geçmeden beri tarafta ufacık istasyon var bir de jandarma karakolu. Geçelim, beş tane ahşap, küçük köşk. Birinde Ressam Halil Paşa otururmuş, pencereler çam tahtasından kurulmuş iki deniz hamamına bakıyor. Resimde deniz hamamları yok, benim hemen her gün çıktığım tepe var. Ne hissettiğimi bilmiyorum, çok garip bir duygu. Arkada tren geliyor görüldüğü üzere, solda tren yolunun yanı başından bir yükseliş, orası Altıntepe’nin deniz tarafında bittiği nokta. Refik Halid köprüden de bahsediyordu, şimdi güzergâhımı anlatayım: Trenden inince sahil tarafından çıkıyorum, yeni yapılan aşırı dik köprüden geçtim, karşıma Osmanlı zamanında yapılan taş köprü çıktı, malum köprü bu. Geçtim, solumda apartman sırası, köşkler eskiden oradaydı. “Köşklerin önünde kasab ve saire dükkânları olmadığından orası tam deniz kıyısıydı. Artık şehrin meskûn kısmı bu köşklerle sona erer, bostanlar başlar, Maltepe’ye kadar hiç eve rastlanmazdı.” (s. 51) Oraya “Kasaplar Çarşısı” deniyor şimdi, gerçi kasap da kalmadı pek, her yer lokanta oldu. Denizin oradan başladığına inanırım ama manzara gözümde canlanmaz, onca alanın nasıl doldurulduğunu aklım almaz, Halil Paşa’nın resimlerine dönerim. Refik Halid’in ailesi tanıyor Paşa’yı, bir gün Bostancı’nın bir ressam için ışıklar ve renkler itibariyle bulunmaz bir yer olduğunu söylemiş hatta. Doğrudur, bir durak daha gidip evime fişu diye varmaktansa Bostancı’da inerim Marmaray’dan, yürürüm, tepeyi çıkarım ve inmeden dururum biraz, bakarım. Güneş batıyorsa tadından yenmez, batmıyorsa da yenmez, adaları görürüm, uzaklarda Çınarcık falan vardır, diğer yanda Kocaeli mi oralar, hava açıksa Uludağ’ın zirvesi görünür. Çocukluğumun geçtiği yerler buralar, dikkatle okuduktan sonra diğer yerlere bakabildim, mesela Erenköy’deki camilerden bahsediyor Karay, Zihni Paşa’nın yaptırdığı Erenköy İstasyon Camii önemli, Reşat Paşa’nın ölen kızı Suad’ın adını yaşatmak için diktirdiği Suadiye Camii oraların adını belirlemiş. Geçende tayin yeri için bakınırken gördüm, Erenköy Halk Eğitim Merkezi’nin bulunduğu semtin adı Zihnipaşa. Suadiye zaten Suadiye. Bostancı’nın eski adı Bostancıbaşı’ymış, onun da hikâyesini anlatıyordu yazar bir yerlerde.
Benim buralardan çok bahsettim, ortaya karışık yapayım bundan sonra. Okurlarından biri Refik Halid’e Devrek’ten baston göndermiş. Yine kendime getireyim lafı, Filyos’a giderken Çaycuma güzergâhını tercih ettiysem Devrek’ten geçerken hayvan gibi baston resimlerine denk gelirdim, matraktı. Ağaçların dallarını bükerek yaparlarmış bastonu, o yüzden meşhur. Bastonuyla meşhur bir kazamız var, mesela leğeniyle meşhur bir kazamız yok, bu üzücü. Madeni çıkardığın yerde işle, leğen yap, meşhur bir gerecin yoksa meşhur ol hemen, ne bileyim. Neyse, buradan baston ve benzeri gudik cisimlerin moda olduğu zamanlara geçiyor Karay, geçmişin giyimini kuşamını tatlı tatlı eleştiriyor. Bastonlular mesela, sokakta türlü çeşitli. Köpekleri havlatanı var, yere değdirmeyeni var, acayip. “Baştan fes, elden baston ve şemsiye gidince utanırdık; utancımızdan ne yapacağımızı şaşırırdık. Zamanın erkekleri sokakta, ikisi vücuda tabiaten bağlı, öbürü katma, üç ayaklı mahlûklardı.” (s. 55) Züppeler fırıl fırıl döndürür, kösler dank dunk yere vurur, tam şaklabanlıktır baston, Şarlo gülünçlüğünü ortaya koyunca ortadan kaybolmaya başlamış Karay’ın dediğine göre. Ha, Karaköy’den gemiye binmek. Eskiler o kadar dandikmiş ki denizin ortasında kaldıkları olurmuş, bazıları ağır ağır giderken şöyle deliksiz bir uyku çekmeye vesile olurmuş. İnincesi güzel, sola dönüp kıyı boyunca yürüyoruz diyelim, toz toprağın içinde kalınırmış çünkü oraya kum dökülmemiş henüz. Harş harş yürümek başlamış bu sefer, köprünün altından geçip yine sola dönünce Haydarpaşa Garı. Yolcular vapurdan inince aralarında şikayet ederlermiş ama padişahın tuttuğu Hügnen’den ve diğer “ecnebilerden” çekindikleri için kadere rıza gösterirlermiş. Bu Hügnen bahsi çok geçen bir adam, zamanında amele olarak geldiği yerde direktörlüğe yükselmiş, demiryolunu adam etmiş söylenene göre. Müslüman kadınlara sulandığı için cezalandırıldığı olmuş, işini de iyi yaparmış ama, onun döneminde belli standartlar getirilmiş de yolcuların rahatlığı sağlanmış. Bir de çılgın proje üretmiş adam: “Mühim bir imar işine daha girişmişti: Boğaziçi’nin Rumeli yakasında dağdan viyadükler üzerinden geçerek giden bir tren hattı imtiyazı aldı. O hat sayesinde bütün Boğaziçi tepeleri meskûn, mamûr hale gelecek, emsalsiz bir hayatiyet kazanacak, şehir en lâyık olduğu taraftan gelişecekti.” (s. 22) İmtiyazın verilmesi Meşrutiyet’e rastladığı, yeni rejim idarecileri -bilhassa Cavit Bey- projeyi soğuk karşıladığı için hayata geçmemiş bu iş, yoksa dağı tepeyi deniz kenarına bağlamak çok hayırlı olacakmış, olamamış. “Köprüden Hatıralar”la bitireceğim, daha çok yazı olduğunu söyleyeyim. Galata Köprüsü elbet, ahşap, koca çivilerle tutturulmuş parçaları. Bu çiviler zamanla yerinden çıkıp millete çelme takarmış, aşırı kaygan olduğu için üzerine basan da düşermiş, her türlü ziyanlığa yol açarmış yani. Arızası bitmediği için köprü üzerinde her an birileri çalışırmış, çivileri veya tahtaları değiştirmiş. “Korkuluklara dayanmak büsbütün tehlikeliydi. Zaten çoğu sallanırdı ve bir defa bilmem neyi seyretmek için bunlara abananlar, denize yuvarlanmışlardı. İçlerinde boğulanlar da olmuştu.” (s. 23) Geçişler paralıymış ama forslulardan metelik alınmazmış tabii, ecnebilerden ve sıradan insanlardan sırta sopayla alınırmış ücret. Paşa çocukları tokadı bastı mı fena, bırakırlarmış ki geçsin. Aynı uygulama vapurlarda var, boynuna astığı teneke kutuya para attıran biletçinin arkasından gelen yancısı bileti kesiverirmiş.
Çayırlar, özellikle Haydarpaşa çayırları, mesela Uzunçayır çok meşhurmuş, yoğurtçular özellikle beklenirmiş, soba borularından damlayan küllü sular üstü başı mahvedermiş, maziden sayfalar adeta. Hani o dönemin yaşayışını merak edenlerin ilk bakması gereken kaynaklardan biri bu. Karay’ın yazıları gerçi, çoğu.
Cevap yaz