2003-2009 aralığında yayımlanmış yazılar, İktidarsız‘dan. Hüsnü Arkan, Levent Mete ve Yiğit Bener kurmuşlar siteyi, Ayşe Sarısayın ve Gülayşe Koçak, Enis Batur, Erhan Bener gibi yazarlar katkı sağlamışlar, liste uzayıp gidiyor. Bener bu sitedeki yazılarla Gezi arasında doğrudan bir bağ kurmanın gülünç olacağını söylüyor ama dolaylı bağ da pek sağlam olmaz, muhaliflik hariç. “İktidarsız” iktidarın dilini, tutumunu dışlayarak düşünmeyi imliyor, ilgili yazıda genişleyen bir mevzu. Kitabın ilk denemesi “Gezi Direnişi: Yeni Bir Dil”de Gezi’nin kazandırdıkları üzerinde duruyor Bener, Taksim’den sonra şiir yazmanın barbarlık olup olmadığını sorguladıktan sonra önüne düşen bir tweet’ten yola çıkarak gençlerin yeni dillerinin kıymetini belirliyor. Devletinki son derece asık suratlı, tahakküm kurucu, adeta sığır baba dili, gençlerinkiyse dayanışmacı, sevgi dolu, paylaşımcı. İktidarın dili gönülleri fethedemez, oysa gençlerinki nice kilitleri açar, neçe güzellikle saçar, bombastiktir. “Gençliğin yarattığı yeni dil, kuşkusuz daha çok gelişecek, dallanıp budaklanacak, kısa mesajların enikonu ötesine geçecek. Zamanla ve dalga dalga toplumun tüm katmanlarına yayılacak. Bu yeni dili öğrenemeyenler, artık yarının Türkiye’sinde halka hitap dahi edemez hale gelecekler. Çünkü yeni Türkiye, ihtiyarların takıntıları değil, gençlerin neşesi, umudu, insancıllığı temelinde yükselecektir.” (s. 19) Temenni güzel, umur coşku saçıyor, gerisi koca bir sıkıntı. Bener’in gençlikte bulduğunu memleketin kurtuluş yolu olarak bellemesi sorun, iktidarın halka hitap edemeyecek hale gelmesini öngörmesi başka bir sorun, yani sadece söylemler üzerinden büyük büyük çıkarımlara varmak aşırı uyduruk. Gençliğin örneklemi nedir, yarının Türkiye’sinde gençliğin yaşlanmış olacağını düşününce zamanın aşındırıcılığı, dönüştürücülüğü tırışka mı, hareketin çizgisel bir doğrultuyla helehöy arşa varacağını ne düşündürdü bilmiyorum, sadece yeni Türkiye’nin eskisinden kurtulmasının devrim dışında mümkün olmadığını biliyorum. Yüksek ses rahatsız edici, Günyol’un sakin umudunu arıyorum. Yüzeysellik bunaltıcı, aynı bunaltıcılığa yaklaşsa da en azından Akbal’ın gözlemlerini arıyorum. Mizah eksik olunca kuru kuru geliyor kulağa, Birsel’in kukurikliğini, ötleğenliğini arıyorum. Bener’de pek bir şey bulamıyorum, uzaya uzaya kendini kat kat örten bir hamur tek. İçsiz dışsız baklava diyeceğim, yine yangınlar yine rejimler çünkü. Neyse, iki bölümlük iktidar dili açıklaması var, Bener eşitsizlik üzerinden kuruyor iletişimi. İletişimsizliği. Tepeden bakan aynı dili konuşmaz, yaptırıcıdır, ötekileştirir, aşağılar falan, sadece tebliğ eder, buyurur, hat bildirir, tek amacı kazanmak, ezmektir filan. “İşte bu dil ve bu söylem, iktidarın, iktidardakilerin dilidir: patron dilidir, amir dilidir, reis dilidir, müdür ya da komutan dilidir.” (s. 25) Ailede başlar bu dilin kullanımı, okulda devam eder, iş hayatında bilmem ne. Okurken sıkıldım, yazarken daha da sıkılıyorum, az ilginç denemelere geleyim. Bir şeyi neden yazdığımızı sorduklarında ne düşünüyoruz, bir şey düşünüyor muyuz, soran ne düşünüyor, neyi kastediyor, mesela iyi halt ettiğimizi mi söylüyor aslında, öylesine yazdığımızı mı ima ediyor, yazdıklarımızı beğendiyse kendisi de yazmak istiyor belki, nasıl yazılacağını soruyor veya nasıl yazılmayacağını. Dürtünün kaynağı ne, uğraşıp duruyoruzun nedeni? Benim için iki şey: yapabiliyorum ve yapacak daha iyi bir şeyim yok, basit. Eşelense kat kat inilir ama eşeleyenlerin vardıkları noktayı da merak etmiyorum açıkçası. Bilemiyorum, buradan bana değerli bir şey çıkmıyor. Anlaşılma veya anlaşılmama meselesi değil, beğenilme veya beğenilmeme değil, onca emeğe değmesi veya değmemesi hiç değil, sürgit iş bir.
Nedim Gürsel’in taşa tutulmasına dair yazı var, hani dinî duygulara hakaret eden Alalh’ın Kızları olayı. Diyanet bakıyormuş böyle işlere artık, eleştirmenler oradan. Aziz Nesin’in başına gelenler hatırlansa metinlere din, iman falan sokulmayacakmış da olmuş bir hata, eh, diğer türlü de “allahsız tosbağa” diyeceklermiş, tam dilemma. O zaman anlatıya güvercin koymak, Ergenekoncuları desteklememek, Sakarya’nın geçilmezliğinden bahsetmemek, Ermeniler hakkında yazmak, her şey her türlü sakat. Yaşar Kemal’e bölücü demişler, Orhan Pamuk’a neler neler demişler, 301’lik olmamak için Türk olduğunu söyleyenin ne mutluluğu girmeliymiş romanlara, şiirlere. “İyisi mi, siyaset hiç yer almamalı yazdıklarımda. Zaten aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık: sağı eleştirsek Moğol ya da badem bıyıklılar, sola dokundursak pos bıyıklılar çullanıverir üstümüze! İlk romanımda gaflete düşerek Stalin’den övgüyle söz etmedim diye beni hakarete boğanlar oldu. Halt etmişim. Acemilik işte! Gerçi Nâzım Hikmet’in bile ‘yıkılan putlar’dan söz ettiği bir şiiri vardı ama olsun, artık solun tabularına dokunmak yok, hatta siyaset hepten yok.” (s. 53) Siyasilerden söz etmemeli, Can Yücel zamanında hapse atılıyormuş az kalsın. Polisiye roman da riskli, beceriksiz bir polis karakter sabaha karşı evi bastırır, yoldan çıkmış savcı anında hapis cezası olarak geri döner. Çevre sorunlarına değinmemeli, Latife Tekin yerel mafyayı rahatsız etti diye sopa yemekten zor kurtulmuş. Seks meks desek Enis Batur’un, Ahmet Altan’ınkiler gibi poşete girermiş kitaplarımız çünkü necip Türk milletinin öyle şapşop işi olmaz. Akıl lazımmış en başta, “Akıl Tutulması” teknik fişeklenmenin sömürüyü artırmaması için aklı ön plana çıkarıyor. Nedir bu akıl, ne halta yarar, o yok. Burjuva devrimlerinde akıl ve akılcılık ön plandaymış, e ama neredeymiş o akıl, yokmuş, meğer her şey daha fazla kâr elde etmek içinmiş. Esas bir akıl lazımmış ki insanların bilinçli müdahalesiymiş bu, bireysellikten ne kadar uzaklaşırsa o kadar güçlenirmiş. Sırf burada kitlesel hareketi çağırıyor Bener, geri kalanı akıl akıl. “Gel sikime takıl” şeklinde bir devamı var, yazmaya elim gitmedi çünkü ayıp.
“Düşman” tam bir afak şavklatıcı yani, öyle dolu. Birileri bir şeylerin iyiliğimiz için olduğunu söyleyince yiyormuşuz hemen, yemezsek şeyimizi keserlermiş, Çingenelere verirlermiş, iğne yaparlarmış. Komünizm gelirmiş sonra, düşmanlarımız hemen tepemize binermiş, bölmeye çalışırlarmış. Bener memlekette işlenen insanlık suçlarının listesini yapıp faillerin milliyetini, dinini sorguluyor sonra, onca kötülük ecnebilerden değil, içimizden gelmiş. Düşman masallarıyla korkutulanların elleri kanlanırmış er geç, oysa Tanrı Türk’ü korusun diye farkına bile varmazlarmış. Mesela Ermeniler boşa tatava yapıyormuş, tehcir yüzünden 300 bin insan ölmüş anca, öyle soykırım falan olmadığına göre o kadar ölü de olurmuş. Rezilce gerçekten. Olmayan bir dil için kurulan televizyon kanalı da ilginç, bir anda var olmuş o dil sanki, topraktan bitmiş. Kaç yıllık devlet geleneği sarsılmış nihayet de bir “pardon” demek kalmış. “Pardon, öyle bir dil varmış gerçekten.”
İsrail’in Lübnan’a saldırıları ele alınıyor bir yazıda, çocukları katledenler eleştiriliyor. Yine müstesna bir paragrafı alayım: “Kimse de, ‘Dinimizin aslı şudur budur,’ demesin sakın! Dinlerin aslıyla, kitabında yazanıyla, yüzlerce binlerce yıl öncesiyle değil derdimiz: bugünkü uygulamalarıyla, bugünün gerçekleriyle; bugün o dinler adına besmeleyle, istavroz çıkararak ya da miğfer altındaki kippayla işlenen cinayetlerle.” (s. 127) Bener’in diğer deneme kitaplarını da aldığıma pişman oldum bunu bitirince, bu derinlik yoksunluğu esnete esnete okutacak kitapları. Hani bir hikâyeleştirme, örnek gösterme, ne bileyim, hap fikirlerle dolmayan bir düşünce kursağı olsa şu deli gönül şenlenecek, olmuyor. Ha, “Veda” diye bir deneme var, birine veya bir şeye veda edildiği besbelli de ilişkinin bitme sürecinin dümdüz anlatımından işkillenen okur vedalaşılan şeyin ne olduğunu daha en baştan bulur, buldum, yazıyı bitirince diz çöküp gözyaşlarına boğuldum.
Cevap yaz