1965 TDK Hikâye Ödülü’nü kazanan Başörtülüler tek baskıda kalmış, haliyle unutulmuş bir kitap, altmış yıldan sağ çıkması gerekirdi ama Afet Ilgaz’ın dönüşümünden öncesini görmezden gelmiştir yeni badileri, eski mahalle de temelli kovmuş gibi görünüyor Ilgaz’ı, ne olmuşsa olmuş artık. Çok malumatım yok, Refah’a geçtikten sonra yenilik hareketine katılmamış, AKP’yi de eleştirince gözden tam düşmüş sanıyorum. İz’den çıkan kitaplarının baskısı yok, sahaflarda bulunabilir. Bir kitabını okumuştum Ilgaz’ın, bu kitaptaki öykülerini de beğendim, zamanına göre iyi öyküler. Toplumsal bir metodoloji var hepsinde, sınıfsal duyarlılık başta olmak üzere itikat ikilemleri, modernlik vaziyetleri tam bir sosyolog gözüyle anlatılmış. Ilgaz’ın formasyonu başka ama çıkarımlarını işlerken öyküyü araç kılmayacak kadar yetkin, teraziyi devirmiyor. Olay örgüsü hantal, hikâye -“uçtu kaçtı”ysa mevzu- ağır, eylemin öne çıkarılmadığı anlatılar bize durum sunuyor. Bir ölçek olaya beş ölçek durum diye saçma sapan oranlayayım ve “Nine”ye bakayım, gece vakti çalan zil “şımarık bir gürültüyle” çalıyor, eh, ahaliye dair bilgi geliyor hemen: “Bütün ailece kızarlardı böyle şeylere. Vakitsiz zil çalmasına; radyo, plâk seslerine; klâkson seslerine. Uykuları değerliydi çünkü. Hepsi çalışıyorlardı. Sabahleyin herkes işine gidince bir tek anne kalırdı evde.” (s. 5) Anneye geçiyoruz, bir süre sonra zile geri döneceğiz ama karakterleri tanımamız lazım teker teker. Ev işlerinden bezse de başka türlüsünü bilmez anne, küçük kızını da okutmaya kararlıdır, büyük kızına birkaç çocuk daha yapmasını salık verir. Geniş aile, yokluk, uyku değerli, anne derleyip topluyor, bütün bunları kafamıza yağdırmadan anlatıyor Ilgaz, uzatmıyor, bilgi topağı oluşturmuyor. Kapı çalmıştı, annenin erkek kardeşi ve görümcesi gelmişler gecenin bir körü, nineyi de getirmişler. Bırakıp gidecekler besbelli, baba biraz geri planda kalarak izliyor olanları, miras davalarına ses çıkarmak istemese de kızların huzursuz olmalarına anlayış gösteriyor. Anne kızar biraz, söylenir, altına işeyip sıçan, arada kusan annesinin gecenin bir körü gelmesinde manayı kardeşinde bulur da doğrudan söyleyemez, annesine çıkışır, ağlatır kadını. Tipik yaşlılığın yanında çocuklarının mesafeli ilişkisi de canını yakıyor ninenin, paylaşılamayan malların alttan alta yaydığı gerginliği ileride öğreneceğiz ama baştan belli terslik, tansiyon yüksek. Aralara yerleşen fragmanlar geçmişten parçaları taşıyorlar o ziyaret esnasına, kimin ne derdi varsa öğreniyoruz ve konuşmaların neden samimiyetsiz olduğunu anlıyoruz böylece, bildik ve iyi teknik. Tarlalar, arsalar, arıza çıkaran ne varsa hikâyeleri mevcut, açgözlü dayının ve paylaşımı düzgün yapamayan, katakulliye bel bağlayan ninenin suçlu olduğunu söyleyebiliriz, oğlunu tutan annenin kurnazlığı erkek çocuğun her koşulda üstün tutulmasına iyi örnek. Öykünün ilk kısmı dersek buraya kadarına, ikinci kısımda nineyle ahalinin çarpık ilişkilerini, karakterlerin psikolojik tokuşmalarını görüyoruz, annenin neden oğlunu tuttuğunu da anlıyoruz: “Kendisiyle dertleşecek birini arardı. Oğluyla gelini olsa ne iyi olurdu. Onların da konuşacak konuları aşağı yukarı ayniydi, ayni çevredendi. Kızı o çevreden çıkalı yıllar olmuştu oysa. Yadırgayordu artık bütün bunları. Nine bu yüzden bir yanıyla hâlâ oğluna bağlıydı.” (s. 19) Gelini demediğini bırakmaz, türlü hakaretlerle ağlatır ama arar nine, köyünün havasını arar, “şeerlileşmiş” kızının yanında huzursuzdur. Bunu en iyi Kemal Ateş anlatmıştır herhalde, şehre göçen oğullarına düşman kesilen anne ve babalarla dolu onun metinleri. Ata toprağını bırakıp gitmeyi ayıplıyor köylüler, oysa birilerinin gidip kök salmasını da istiyorlar ki kendileri gidemeseler bile kardeşlerini, çocuklarını gönderecek yerleri, şehirde bir evleri olsun.
Alan belirliyor Ilgaz, ev diyelim, içerinin sosyal gerilimleriyle dışarının, semtin gerilimleri aynı saiklerden doğuyor. İki örnekle anlatayım, “Başörtülüler” uzunca bir betim ve tahlil faslıyla başlıyor, semtten bireye. Ramazanda sokaklar pek bir değişiklik göstermediğine göre Fatih civarı diye sallayalım ki Aksaray’a doğru süzülen minibüsler giriyor araya. Kadınlar başörtülerini gözlerine kadar indirmişler, yaşlı olanlar böyleyken gençler de onlara benzerler ama birtakım farklılıklar vardır göze çarpan, gençler başörtülerini üçgen katlayarak bağlarlar, ayakları yere aldırışsızca basıyor, temiz ve kalın açık renk çoraplar giyiyorlar, bu bölümden sonra yaşamına odaklanacağımız karakterin tasviri bu da. “Üstlerine başlarına özenmezlerdi, bu sofu kadınlar. Kendilerini büyük bir ülkü yolunda harcıyorlarmış gibi, çevrelerine yüksekten bakıyora benzerlerdi. Bu sürdükleri yaşam çok önemsizdi, ya da şöyle diyelim: Önemsiz olan kendileriydi, kendileriyle birlikte bütün insanlardı.” (s. 27) Mukabele okunan evlere giderler akşamları, dolup taşan evin sakinleri illallah ederler ama zaman içinde işin zahmeti unutulur, ertesi yıl tekrar. Ölçek yine değişiyor, o eve odaklanıyoruz, karakterin düşünceleri haline gelen bunca malumat bize serbest dolaylı anlatıcının maharetle kullanımını gösterdiği için Ilgaz’ı alkışlıyoruz. Şunu da vereyim, sonraki öyküde genişçe yer kaplayan ikiliğin örneği: “Mahallenin en aydın evi, içinde en çok kitap okunan ev, dünyanın her saniyede aldığı yeni şekli bilen, izliyen, bu yeniliği içinde duyan, kendinin sayan insanların evi olduğu halde; kentin temiz, şık semtlerinden gelecek birinin göziyle gülünç, ilkel sayılabilirdi.” (s. 28) Dan diye bir Fatih-Harbiye havası, devamında muhitini sevmeyen bir genç kız çıkıyor piyasaya, evine gelenleri beğenmiyor çünkü neşe yok içlerinde, mezar taşı kadar ciddi bir inanç boğucu. Annesiyle beraber camiye gidiyor yine de, o kalabalığın bir parçası olmadığını hissederek kılacak namazını, annesinin “maneviyatsız” suçlamasını sineye çekecek. Kendini biliyor, Allah zaten her şeyi biliyor, sorun yok. Cami manzaraları sonra, kalabalık yüzünden erkeklerle birlikte saf tutmak, çelişkilerin birer birer sıralanması. Pisliklerinden ötürü birbirlerini eleştiren kadınların arasında olmaktan utanan karakter namaz kılarken onların arasında yer almaktan mutlu olur, şevki yerine gelir. Genişçe bir pencere o dünyaya bakan, hoş. “Aşk” en cüretkâr öykü, hani “Başörtülüler”deki genç kadının aşk hayatı dense yeri. Küçüklüğünden beri aşkı seviyor kadın, üç dört yaşında babasının bir arkadaşına âşık olmuş, sonra bir kız arkadaşıyla karın bölgelerini “karıştırdıktan” sonra doğurmaca oynamışlar, öğretmenine tutulmuş derken arzunun türlü türlüsü çıkıyor ortaya. Aktöre (ahlak) ile töre çatışmasını törenin açtığı alanla bitiriyor, ahlak anlayışı kaskatı durup cinselliği ketlese de töreyi istediği gibi biçimlendirebilir, töre olaylar toplamıysa onun yaşamındaki olaylar da törenin bir parçası, o halde dilediğince yaşayabilir. Yirmi beş yaş büyük bir adama tutulduğu zaman kendine hatırlatıp duruyor bunu, tenhada öpüşmelerinin alevlendirdiği cinsel heyecan son aşamaya geldiğinde bir yanlış anlama sonucu sevişemiyorlar, bu da ilkinin zaferi diyelim. “Kızın yoksul ya da orta halli insanlardan, kapalı ve geleneklere bağlı çevresinden gelen insanlarla erkeğin okumuşlardan, öbürlerine göre bolca kazanıp bolca harcıyan saygıdeğer kişilerden yapılma çevresi yaz günleri bu serin bahçede buluşurlardı.” (s. 43) Yakalanma ihtimali yüksek, umursamıyorlar, ötesinde adamın eşi ve çocukları seviyorlar bizim kadını, iç içe yaşıyorlar, sanki durumu kabullenmişler gibi. Seks yok, ayrılmaları gereken zaman geldiği zaman ayrılıyorlar da, iki taraf da rahat. Çoğu zaman. “Aşksız geçen yıllarının varlıklarında, etlerinde yarattığı gizli acıları duyuyorlar. Ama bir saniyecik. Sonra o sızılar da, acılar da çaydanlığın, çay bardağının, sıcacık odanın mutluluğu gibi uzaklaşıyor, günlerinin, yaşamalarının gürültüsü ve hızı içinde yitiyor.” (s. 49)
Dil ödülünü hak edecek kadar temiz dil, klasik. Oyunsuz. Çomak soktuğu noktalar dikkate değer. İyi yani. Okunur.
Cevap yaz