Şiirlerini, denemelerini, dil konusunda Ataç’la hayli harlı kavgalarını biliyordum da romancılığı, eh, belki de en bilinmesi gereken yanıymış Kudret’in. 1929’da bastırdığı şiirlerden sonra gelen on dört yıllık sessizlik sürecinde edebiyat öğretmenliği yapar Kudret, Kayseri’de çalıştığı sırada evlenir, Ankara Konservatuvarı’nda ders vermeye başlar, Ankara Erkek Lisesi’nde öğretmenlik derken 1943’te Sınıf Arkadaşları gelir de ne gelir, metni övenlere bakalım: Halid Ziya bu kitaptaki gençlerle candan seviştiğini söyler, kimine acımıştır, kiminden üşümüştür fakat hepsiyle bir müddet beraber, kaynaşarak yaşamıştır. Kitabın pek karışık bir devrin tarihi olduğunu anlar anlamaz düşünmüştür Halid Ziya, o yıllarda pek genç olan Kudret nasıl hatırlayabilmiştir onca ayrıntıyı? “Eğer o devrin doğrudan doğruya tarihini yazsaydınız bu kadar belâgati hâiz bir eser vücuda gelmiş olmazdı…” (s. 400) Lisan sade, akıcı, sürükleyici ve edebî renklerle parlıyor, Kudret’in şair siması bir anda o sade lisanın perdesini yırtıyor, “hikâye-nüvîs”liğin yanına taaşşurluğu da koyabiliriz. Koyamayız, böyle bir sözcük yok ama Türkler kendi dillerindeki sözcükleri Arapça kalıplara oturtarak sözcük türetirlermiş, araya kaktırdım gitti. Aziz Nesin’in değindiğine Halid Ziya da dokunuyor bir yerde, Kudret’in şairliği var, sahne muharrirliği var, “birdenbire türlü meziyetlerle, emsâinde pek nâdir tesadüf olunan meziyetlerle” de ortaya çıkıyor, on numara. Kudret’in doğruculuğunu gösteren bir övgü ve yergi var, söylemeli. Yunus Kâzım Köni dönemin önemli bürokratlarından biri, Yücel ve Tonguç doğrultusunda çalıştığı sıralarda bu romanın etkisiyle bir mektup yazıp Kudret’i pek içten tebrik ediyor, roman hakkında pek bir şey yazılmamasına şaşırdığını söylüyor. Nedir, iktidar değişince hemen yeni kadroya uyum sağlayıp Köy Enstitüleri’ni mahvedenlere katılıyor. Kudret, mektubu olduğu gibi almış ama dipnot düşerek anlatıyor, eleştiriyor Köni’yi. Başkaca da Yaşar Nabi’nin Ulus‘ta çıkan bir övgüsü var, Burhan Arpad tek vakalı ve pek heyecanlı romanları seven okurların ilk bakışta yadırgayacağını söylüyor ama romanın telif kütüphanemiz için müthiş bir kazanç olduğunu ekleyerek okuru itekliyor biraz. Pertev Naili Boratav’ın söylediklerine dikiz: “Diyebilirim ki, Cevdet Kudret’in eseri, Avrupa’da romanın son merhalesini teşkil eden, bir tek -veyahut nihayet iki üç- kahraman ve onun dar muhiti yerine, kalabalıkların ve geniş bir muhitin maktaını alıp bize insanların halini, böyle bir sosyal bütün içinde anlatmağa çalışan (Jules Romains, İlya Ehrenburg gibi sanatçıların birçok eserlerinde olduğu gibi) romanın dilimizde ilk örneğini veriyor…” Çok parçalı anlatılar yeterince uzun, aynı okula giden sınıf arkadaşlarının aileleri, mahalleleri, cetleri derken türeyen bir dünya hikâye illa bir yerlere bağlanıyor çünkü Kudret aşağı yukarı 25 yıllık bir süreci her sınıftan insanı sırayla merkeze alarak anlatıyor, maksadında oldukça başarılı, parçaları takmayı iyi becermiş, o zaman övgülerde abartı yok. Romanın ikinci baskıyı anca 1976’da yapmasından belli. Mina Urgan şu çok meşhur kitabı ikinci baskıyı kısa sürede yapınca gerçekten o kadar kötü, bayağı yazıp yazmadığını sormuş çevresindekilere. Necati Tosuner’in yalancısıyım. Gerçi baktım da, zaten bilinen bir şeymiş bu. Ha, tek arıza bu arkadaşların sanki aralarında derin bir münasebet yokmuş gibi ele alınıp sonlara doğru can ciğer dost kılınmaları. Sınıfta o kadar da yakın olmadıklarını görüyoruz, dışarıda da bir iki istisna hariç görüşen eden yok ama mektepten mezun olduklarında bir çalgı ortamı kuruyorlar, hatta mezun olmadan bir içki âlemine gidip gönül eğlendiriyorlar, bu muhabbetin nereden doğduğunu merak ediyoruz ister istemez.
Süleyman merkezde, diğerleri ara ara odağa girse de Süleyman’ı takip ediyoruz daha çok. Okula yeni geliyor Süleyman, babası kunduracı, zengin çocuklarının pencere kenarına oturtulduğu bir düzende yeri belirsiz çocuğumuzun. Duvar dibine de olmaz, ortadaki tek boş sıraya oturuyor Süleyman. Mektebe dair bir iki malumat burada, hoca öğrencilere yaptırdığı değneğini genellikle duvar dibindekilere indirse de bir gün hayatının hatasını yapıp vurulmayacak çocuklardan birine vuruyor. Ertesi gün de vuruyor, bu böyle devam ederken çocuk yanında kodamanlardan bir zatla geliyor okula, hocayı hemen müdürün yanına çektiriyor. Beyimizin adı sanı belli değil ama gazetelerde yüzü göründü mü iş bitiyor zaten, tanınmış biri olduğu için hocayı hemen şutlatıyor okuldan, yeni gelen hoca da ayrı gayrı sevmediği için duvar pencere dinlemiyor, herkesi karıştırıyor. Kiminin hoşuna gidiyor bu, kiminin gitmiyor tabii, sınıfta babası zengin olan çocuklar durumdan memnun değil ama yapacak bir şey yok, seviyorlar da bu yeni geleni. Şimdi buradan sayısız hikâye doğar, mesela yeni hocayı bir daha görmeyeceğiz ama keşke görseydik, radikal değişikliğin ardındaki nedenleri bilseydik, hemen diğer çocuklara geçtiğimiz için adama veda ediyoruz. Süleyman’dan devam edeyim, babasının askere gitmesiyle kaderin tepiğini sillesini yemeye başlar Sülo, annesiyle birlikte sürünmemek için ninesinin evine gittiğinde bu kez ninesinin ikinci eşi İbrahim Efendi’nin geçmişine, Abdülmecid zamanına kadar gideriz. Hikâye hikâyeyi açtığı için kısa keseceğim, II. Abdülhamid’le birlikte iyice tepetaklak olan ekonomi İbrahim’le zar zor evlenebildiği eşini zorlar, İbrahim cimrileştikçe cimrileşir ve eşi öldüğü zaman Sülo’nun ninesiyle evlenerek ev işlerini gördürür kadına. Sülo’nun babası askere alındığı zaman -hikâye I. Dünya Savaşı patladığında başlar bu arada- yiyecek bulmak iyice zorlaşır, İbrahim’in evine sığınmaktan başka çare yoktur. Bu kerkenezin kileri çeşit çeşit yiyecekle doludur ama zeytini dahi taneyle yedirir ailesine, bir dilim de ekmek, o kadar. Açlık yüzünden aşağılandıktan sonra Sülo’nun annesi kendi evlerini satmaya karar verir, üç kuruşa elden çıkarır evi. Taşınanlar edepsizlikleriyle başka hikâyelerin konusu olacaklar, aslında namussuzluklara baksak daha iyi olacak: Mahalledeki caminin imamı ve müezzini otomatiğe bağlayarak hızlı hızlı hallederler işlerini, cemaati yollamalarıyla birlikte gaz lambalarını söndürüp istihkakın kalanını satarlar, parayı bölüşürler. Muhtar ayrı arızadır, ölüleri yetkililere bildirmez çünkü ölülerin karneyle verilen yiyeceklerine el koyup başka mahallelerde fahiş fiyatlara satmakta, zenginliğine zenginlik katmaktadır, Sülo’nun babası öldüğü zaman dul maaşı almak için ilgili kuruma başvuran anneye bu yüzden yardım edilemez çünkü kayıtlara göre kunduracı ölmemiştir, savaşa gidip ölen mahalleliler hâlâ yaşamaktadır. Muhtar “vebal” meselesi yüzünden ölümleri bildirmez, zaten yetkililere de rüşvetlerini zamanında verdiği için başına iş gelmeyeceğini bilir. Bitmedi, mahallenin dul ve yoksul kadınları bu şerefsizliğe karşı ne yapacaklarını konuşmak üzere toplanırlar ama karar alamadan dağılırlar çünkü içlerinden çoğu Muhtar’ın yatağından geçmektedir o sıra. Bir parça yiyeceğe muhtaç bir halk. Harp zaten beladır, dönemin meşhur yangını da mahalleyi yakıp kül edince durum iyice kötüleşir. İbrahim ölür, nine delirir, Sülo’yla annesi pek çokları gibi medreselerden birine yerleştirilir. Devlet yangında mülkünü kaybedenlere yeni mülkler diker ama medreselere gelenlerin yeni eve ihtiyaçları olmadığını düşünen paşa zibidisi yüzünden evler yine kodamanlara gider, garibanlar yersiz yurtsuz yaşamayı sürdürürler. Süleyman okulu bırakmaz neyse ki, bazı arkadaşları çalışmak zorunda kaldıkları için okuldan ayrılırlar ama birkaç arkadaşıyla birlikte muvaffak olacaktır Süleyman, üniversiteye bile gidecektir.
2. Dünya Savaşı’nın arifesinde kalıyoruz, üçlemenin ikinci kitabı Havada Bulut Yok‘tan devam ediyoruz, Cevdet Kudret’i de o zaman için büyük yenilik içeren bu eserinden ötürü hunharca tebrik ediyoruz.
Cevap yaz