Andri Snær Magnason – Zaman Sandığı

Zamanımızı üç kuruşa aldıktan sonra beş kuruşa geri satan mekanizma çok iyi, tıkır tıkır işliyor. İşte, çocuklara ve gençlere bu tıkır tıkırlıktan kurtulmanın yollarını sezdiren metinlerden biri Zaman Sandığı, diğerleri de Barker’ın Zaman Hırsızı ve Ende’nin nesi, Momo‘suydu galiba, günlük yaşamımızı saniye saniye tahlil edip bu saniyeleri lüpletmeye çalışan adi düşman nihayet bozguna uğruyordu. Kötülüğü tepetaklak etmek için üç beş çocuk, bir iki bilge dede yetiyor bu metinlerde, kötülüğün canavar hali şaplağı yedi mi bir köşeye çekilip yenilgiyi kabulleniyor, çok iyi. Mambo camboyu yedi mi daha uğraşmıyor, kıstırdığı güzellikleri serbest bırakıyor, herkes mutlu mesut. Neyse ki Magnason bu yola sapmıyor, mesela zaman sandığında yaşlanmadan bekleyen genç prenses, Kral Dimon’un ışığı Obsidiana kapatıldığı yerden çıkamıyor bir türlü, çıktığı zamansa ölümün eşiğinden dönüyor ve modern tıbbın nimetleriyle yaşayabiliyor anca, sonrasında zaman sandıklarının seri üretimiyle birlikte ayvayı yiyen dünyayı eski -ve kötü- haline getirebilmek için çocuklara musallat oluyor, çöküşe sebep olan basiretsiz insanları bir güzel uyandırıyor ki en kötüdense -en kötü de dünyayı otların ve ağaçların basması, hayvanların başıboş takılması, insanı çok az bir dünya- bildiğimiz kötüye dönsünler, kısa bir toparlanma sürecinden sonra aynı sömürü devam etsin. İnsanlar ekonomik krizler, doğal felaketler geçene kadar kapamışlar kendilerini zaten, uyandırıldıkları zaman her yerin mahvolduğunu görüp birileri toptan düzeltene kadar uykuya dönmeye çalışıyorlar, bizim veletler de Grace nam kadının emriyle gidip uyandırıyorlar onları. Çocuklarına sevgi göstermediklerini biliyoruz, aralara katılan hikâyecikler ne kadar bencil olduklarını gösteriyor, uyanmak da istemiyorlar, Grace onları sebep oldukları pisliğin içine çekerek cezalandırmak istiyor herhalde. Bunun için gerekçesi var, babası Dimon’un çağlar önce sebep olduğu yıkımla birlikte karanlık tarafa geçen insanlığın ciğerini biliyor, öyle mahvedip uyumak yok diye düşünerek açtırıyor sandıkları. İnsanı çöpe çevirip bitirdiğiniz dünyadan kurtuluş yok, battıysak hep beraber batacağız, kutuya kapanıp kurtulabileceğinizi sanmayın. Anlatının sonunda her günün güzel, yaşanası olduğu söyleniyor, millet uyanıyor da neye uyanıyor, yine bitik bir dünyaya, üstelik yaşanası bir dünya hayali de yok kimsede, öyleyse niye uyandırdınız mesela. Bu roman bir başınalığın değil, toplumla birlikte cortlamanın romanı, bir nevi kolektif yıkım arzusunun fişteği. Başkalarının arzusu benim de arzum ama başkaları piyasadan çekildiyse hemen geri koyarım.

Sigrun nam çocuğumuz televizyonda her şeyin kötüye gideceğini söyleyen adamları izlemektedir, ülke o sırada bir “durum”un pençcesinde kıvranmaktadır ve o durumdan çıkış yok gibi görünmektedir. Ekonomistler, din adamları felaket tellallığı yaparlar, o sırada zaman kutusu reklamları da ülkeyi ele geçirmiştir sanki. Sigrun’un babası yatla dünyayı gezme planlarını ertelediklerini, krize katlanamayacaklarını söyler, kutuya girmek için tüm şartlar hazırdır yani. Sipariş verirler, gelen kutuları endeksleme oranına göre ayarlarlar, borsa düzeldiğinde otomatik olarak uyanacaklar. Sigrun kutuya girer, önce mavi bir ışık, sonra karanlık ama hemen ardından aydınlık. Çocuk kutudan çıkar, kanepeye oturmuş bir geyik yavrusuyla karşılaşır. Evi ot basmıştır, fotoğraflar solmuştur, belli ki uzun süredir uyumaktadır Sigrun ama kutusu arıza yapınca uyanmıştır. Annesini de uyandırmaya çalışır, alyan bulmadan mümkün değil. O sırada Marcus’la karşılaşır, çocuğun peşine takılarak Grace’in küçük komününe katılır. Grace insanlara ne olduğunu anlamaları için bir masal okuması gerektiğini söyler, roman bu noktadan sonra iki hikâyedir artık, biri Sigrun’un dünyası, diğeri Grace’in anlattığı Pangaea zamanının fantastik işleri. Sigrun’dan devam edeyim, kutuya bir şekilde girmeyen arkadaşıyla karşılaştığı zaman aralarındaki yaş farkının yarattığı uzaklığa yakınır ama o kutuların aslında alt sınıftan kurtulmanın yolu olduğunu düşünmez, niye düşünsün. Zenginler geleceğin “tertemiz” dünyasında yoksullukla yüz yüze gelmeden yaşayacaktır, gerçi çapulcuların saldırılarından korunmak için hiçbir önlem almamışlardır ama sorun değil, o kadar da uzun bir süre gerekmeyecek. Denizin dibinde uyanacakların ne yapacakları muamma tabii. Çocuklar Grace’i dinlerler, zaman sandığının kökenini öğrenirler ve sandığı seri üretime geçiren adamın kutusunu bulurlar. Herkesi ayağa dikecek bilgiyi edinip serüvenlere atılırlar, sandığın ağlarını ören örümceklerle takılırlar derken dünyanın alarmları çalmaya başlar. Şubatların karanlığında yaşamak, ekonomik krizlerle boğuşmak, pazartesilerle güreşmek de güzeldir, en azından öyle olduğu söylenir, yoksa uyananlar yine aynı bezginlikle doğrulurlar. Hikâye burada bittiği için ötesini göremiyoruz ama çoğu kutuya geri girmiştir bence, yeniden inşa edecek çok şeyin olduğunu söyleyen çocukları umursamayan çoktur. Her şey olup bittikten sonra Grace’i de evinde bulamazlar elbette, ev sahiplerine göre orada öyle biri yaşamamıştır. Nereye gittiğini masalın içinde bulacağız, sonlara doğru da gizem çözülüyor zaten.

Peri masalı heyecanlı, aksiyonlu, dünyayı fethetmeli, hoş bir masal. Kronoloji tutmuyor, ne kadar önemliyse artık, insanın az olduğu ve dünyayı avcı-toplayıcı olarak gezdiği zamanlarla Pangaea arasında milyonlarca yıl var da ikisini bir bilelim. O zamanlarda üç kız kardeş var, biri sadece duyuyor, diğeri sadece görüyor, öbürü de sadece konuşuyor. İnsanlar bunlardan korktukları için -cadı gibi takılıyorlar, hayvanları yönlendirebiliyorlar, tuhaf tuhaf işleri var- genç bir adamı yolluyorlar, üçünün de canı alınacak. Adam ormanda dolanırken çok güzel bir tekerleme duyuyor, konuşan kadının karşısına çıkınca uyarıyor kadın, o tekerleme sayesinde hayvanları yönetebilir ama insanlara karşı asla, eğer hayvanları insanlara saldırtırsa adam en kıymetli neyi varsa yitirecek. Hemen bir falso, Kral Dimon’a yanlıyoruz, bu olanlar onun kulağına gelmemiş de başka bir şey, Günışığı çıkmış ortaya. Dimon hemen âşık olmuş, çocukları doğarken Günışığı ölünce kedere kapılıp sadece kızı için yaşamaya karar vermiş. Obsidian dünyanın en güzel kızıymış, öyle de kalmalıymış, bu yüzden Dimon yedi âleme haber salmış: zamanı durdurmayı başarana büyük ödül. Kızın heykeli iş görmez, heykeltıraşın kellesi gitti, kız hakkındaki şiirler iş görmez, şairin kellesi gitti, en sonunda bir cüce grubu geliyor saraya ve efsanevi çiçeklerini gösteriyorlar. Sandığın içinde solmamış haliyle duruyor, diğer bir sandığın içinde de Zümrüdüanka benzeri başka bir efsane var. Özel bir tür örümcek öyle sıkı örüyormuş ki ağını, içinden zaman bile geçemiyormuş, sandıkların içindekiler sanki sarı kehribara gömülmüş gibi duruyorlarmış öyle. Dimon bu gösteriden önce dünyayı ele geçirmek için uzun süredir seferdeydi, döktüğü kanın haddi hesabı yok, cüceler de açık açık soylarının kurutulduğunu ama yine de hediye vermeye geldiklerini söylüyorlar, yani işin içinde bir iş olacağı besbelli ama Dimon umursamıyor hiçbir şeyi, kızı için sandığı alıp kibri yüzünden cücelerin kellelerini vurduruyor. Son balta indiği zaman güm, kıtalar ayrılmaya başlıyor ve krallığın sonunu getirecek felaketlerin önü alınamıyor o andan sonra. Sandığa konan Obsidian’ın hapisliği, kutsal bir obje olarak Obsidian’ın halka korku yaymak için kullanılması, kızın özgürlüğü için savaşan bir baldırı çıplağın debelenmeleri derken çağlar geçiyor, her şey toprağa gömülüyor, iki arkeolog kazı sırasında sandığı bulmasa unutulup gidecek bu hikâye. Kalbine yediği okla duruyor Obsidian, arkeologlar kapağı açar açmaz canlanıyor ve helikopterle hastaneye götürülüyor. Gerisi Sigrun’un dünyası.

Hoş masal, denk gelen okusun.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!