“Kehanet” biraz daha farklı. Diğer üç öyküde ölçeği büyük tutar Jančar, tuhaf bir durumu aktardıktan sonra o durumla ilgili pek az karakterin geçmişine odaklanarak kurar öyküyü, tuhaflık ve diğer karakterler hikâyenin çizdiği büyük çemberin birleşim/son noktasında tekrar ortaya çıkar, kapanış. “Kehanet” daha çizgisel, çok uzağa gitmeyen bir geri dönüş var, onun dışında uzun atlamalar yok da hızlanıp yavaşlamaların sağladığı bir aşım var, zamanların aşımı. Odak değişimlerine dikiz, ölçek büyür küçülür, öyküyü parçalayan, okurun parçaları birleştirmesini sağlayan bir alametifarika. Jančar çok büyük yazar yahu, Kürek Mahkumu‘nun şahane olduğunu hatırlıyorum da öyküler ayrı bir iyi, çok sağlam kurulmuş kısacık romanlar gibi. Bileşenlerin kullanımından, çeşitlendirilmesinden ötürü potansiyel alanının çok daha ötesine varan hikâyeler hep bir adım ötesine varıyor, neredeyse öykünün özgül normalliğini yırtıp absürde varacak ama varmıyor da, dünyanın neden var olmadığını söylemiyor da var olamayacaksa nedenini gösteriyor, tarihî gerçeklikle öykünün gerçekliği arasında sürekli bir gerginlik, çatışma var da çok güzel toparlıyor Jančar, saçmaya kaçmıyor. Bu gevelemeleri örneklendiriyorum, “Kehanet” ilk öykü. Anton Kovaç huzurlu bir ağustos sabahı tuvaletin duvarındaki zırvaların arasında gözüne çarpan bir yazıyı okuyor, kanı donuyor. Dışarıda askerlerin çizmeleri asfaltı dövüyor, acemiler yürümeyi öğreniyor da Kovaç’ın bir ayı kalmış terhise, başına iş açılabilir. Kütüphanede çalışan adamımız şöyle rahat rahat okuyamıyor gazetesini, duvarlardaki yazılardan bir antoloji oluşturma fikrini de bir kenara atabilir çünkü o nedir öyle, Yugoslavya Kralı’nın şişman kıçını eşeklerin sikeceği yazıyor, Kovaç’ın aklına ilk gelen orayı terk etmek. O kabinden çıktığını biri görürse eyvah, kütüphaneyi kullanan kaç asker vardır ki? Dışarıda Tito’nun adını, büyüklüğünü haykırıyorlar, o bağlılık adamı paramparça eder, Kovaç tedirgin olmakta sonuna kadar haklı. Kütüphane görevlisi Rotten’a okuduğunu anlatmayı düşünüyor, birlikte kasabaya inip zom olmuşlukları var, malum, askerde kafalılar birbirlerini bulup sağ kalmaya çalışırlar. Son anda vazgeçer Kovaç, selam verip oturur. Biraz geriye sarıyor zaman burada, Milenko “Rotten” Paniç’i tanıyoruz. Belgrad’dan gelen bir profesör, etimolojiyle yakından ilgili, cebinde taşıdığı kalemler meydanda. Lakabının hikâyesi çürüyen şeylere ilgi duyması, Binbaşı Stankoviç’in askerleri denetlediği sırada Yugoslavya’nın çökmesiyle eski dilleri bir tutması, Paniç’le dalga geçmesi yüzünden Paniç’in adı bir anda Rotten’a dönüyor, korkusu da öfkeye. Herkesten gizlediği İncil’i üzerinde çalışmaktan keyif alıyor, bir iki kâğıtlık güvencesi var anca, kitabı o kâğıtların altına saklıyor. Soruşturmaya kadar tabii, mevzu ortaya çıkınca hemen alarm veriliyor ve soruşturma başlıyor. El yazısı örnekleri, şu bu derken herkes aklanıyor, Kovaç’ın askerliği az daha uzasa da bitiyor ve çözümü uzaklarda bulana kadar ülkesinin başına gelenleri izliyor. Televizyonda yargılanma görüntüleri, Binbaşı Stankoviç soykırımla suçlanıyor, meşhur mareşal çoktan ölmüş, zaman dökülen kumun sesi gibi belli belirsiz geçmiş. Uyanma zamanı: gece yarısı o korkuyu tekrar hatırlayan Kovaç’ın zihninde bir ışık çakıyor, koşup İncil’i açıyor, versiyonlar arasında fark var ama mesaj besbelli. Mene, Tekel, Upharsin. Hikâyesi uzun, meraklısı şuradan okusun. Kehanet bu, Paniç ülkenin başına gelecekleri önceden gördüğü için tuvaletin duvarına yazmış bunu. Kehanet. Yugoslavya kaça bölündü gerçekten, Paniç gibi milyonların öfkesi birikince olan. Kovaç aynada kendine bakıyor, aklından geçenler aynı zamanda öykünün sonu: “Profesör Rotten senin de saçların beyazlamıştır, belki Belgrad’dasın belki de başka bir yerde, Binbaşı Stankoviç’in de saçları beyazlamış; onu televizyonda gördüm. Esrarengiz kehanetin gerçekten de çok korkunçtu Rotten ve doğruydu. Fakat hepsi geride kaldı; bugün tüm o tarihi krallıklar ve orduları kimseyi ilgilendirmiyor ve yarın bizler de unutulacağız ve hiç kimse bu hikâyeleri anlamayacak.” (s. 30) Sonsuzlukta ölen bir yankı bu kadar güzel öyküleştirilebilirdi, neyse ki diğer öyküler en az bu kadar güzel. Ne havası var bu öyküde diye düşünürken, eh, Şuşkin havası ama biraz daha renkli, trajikomik.
“Göle Bakan Adam”a ne demeli, dört dörtlük. Süpermarketteyiz, kasiyer süt ürünlerinin bulunduğu köşede bir adamın yüksek sesle konuştuğunu fark ediyor. Adamın yüzü güvenlik kamerasına dönük, bir şeyler anlatıyor da deli değil, berduş değil, normal biri. Takım elbiseli, dükkâna girince kasiyeri selamlamış. Kasiyer hemen amirinin yanına gidip durumu bildiriyor da amir olayın farkında, adamı izliyor. Ses yok, kamera adamın suratını uzun gösteriyor biraz, bu yüzden üç yıl öncesine kadar herkesin tanıdığı Joze Mlakar’ı tanıyamıyorlar. Yani öyle bir hikâye başlıyor ki burada, benzerini Gibi‘de görüp saçmalıklara güldük ama burada mizahla karışık eza mahvediyor okuru. Ben mahvoldum, bir yandan Jančar’ın ne yaptığını takip etmeye çalışıyorum, diğer yandan hikâyeye kapılıyorum ama şöyle bir şey, bu kapılmanın içinde yazarın meziyeti kendini gösteriyor zaten, sezgisel ve ardından edimsel bir doluş kafayı meşgul ediyor. Büyük yazarların metinlerini parça pinçik eden Genette gibi kuramcılar tekniklere, şuna buna ayrı ayrı isimler koyup neyin nasıl yapıldığını gösteriyorlar da aşina olduğumuz, sadece adını bilmediğimiz ögelerle karşılaşıyoruz tekrar. Tanışmıyoruz onlarla, zaten tanışmışız da isimlerini bilmiyoruz, artık biliyoruz. Neyse, Mlakar bir tankın önünde durup ülke savunmasının silahlara değil de halkın gücüne dayandığını, insan haklarının üstünlüğünü ve yüreğindeki ahlak yasasının varlığını anlatınca bir anda meşhur oluyor çünkü bu demeç şanlı ayrılma günlerine denk geliyor, halk bu konuşmadan aldığı gazla meydanları dolduruyor. Mlakar devam ediyor, evrensel bir mesaj vermek amacıyla Churchill’in İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili sözlerini İngilizce aktarıyor, çığ gibi büyüyor tepkiler. Eşi evden kovuyor çünkü Mlakar herkesin dilinde, hedef tahtasına da dönüştüğü için ailesini kaybediyor. Ofise gitmiyor, idare ediliyor çünkü herkes, gazeteciler, televizyoncular, herkes Mlakar’ı arıyor, adam tehditlerden uzak durmak için kırsala doğru yola çıktığında muhaliflere denk geliyor, adamlar Mlakar’a hemen bir rol biçip korumaya alıyorlar çünkü nihayet seslerini duyuran biri var. Absürde yanlıyoruz az, Mlakar televizyonda söyleyeceği sözleri kâğıtlara yazmaya başlıyor, bir çanta dolusu kâğıt, çoğu kullanılmayacak çünkü rejim değiştiği zaman devlet başkanı Mlakar’ın ekranlardan uzak tutulması için emir veriyor, adam ne zaman konuşsa destekçileri azalıyor başkanın. Nihayet alay konusu oluyor Mlakar, ekranlardan uzak tutuluyor, konuşacağı bir tek market kamerası kalıyor. Kaybolmasından kısa süre önce markette görülüyor işte, kasiyerle amiri öyküye böyle giriyor. Son çok hızlı ve Jančar’ın hayal gücüne göre biraz zayıf, yine de yıkmıyor öyküyü. Yıkılamaz bu öykü. Ne öykü!
“Rovenskalı Hayalet” ve “İki Fotoğraf” kaldı. İkincisi kitaptaki en hüzünlü öykü olsa gerek, Plaza de Mayo Anneleri’nin arasındaki Sırp bir kadının tuttuğu iki fotoğraf üzerinden kurulan hikâyeler iki erkeğin kayboluşunu anlatıyor, öykünün sonuna kadar aralarındaki ilişkiyi çıkaramıyoruz da kadının acısını anlıyoruz. Cumartesi Anneleri’ni dün yine tutukladılar. Söz bitti. “Rovenskalı Hayalet” meşhur bir kraliyet ailesinden Meksika’ya kral devşirmenin hikâyesi, bir de üç kafa ebadında bir kafaya sahip olan savaşçının. Kralla savaşçının yolları Meksika’ya gitmelerinden yıllar önce kesişmiş, bir de her şeyin sonunda kesişiyor, muazzam bir öykü çıkıyor ortaya.
Ne kadar anlatsam az, bu kitabın mutlaka okunması lazım.
Cevap yaz