Sevinç Çokum – Zor

“Bu anarşikler olmasa devletimiz süper, bir de Batılı gıygıycılar var ama sıkıntı yok, Allah var” mahallesini anlatan bir roman, gördüğüm kadarıyla o dönemin metinlerinde esen Fatih-Harbiye fırtınasının sürüklediklerinden mürekkep. O kadar didaktik değil ama havayı efil efil alıyoruz, zıtlıkların tokuşması sırasında kafamız haybeye kırılacak gibi oluyorsa da şöyle biraz mesafe bırakarak, hissizleşerek okunduğu zaman hoş bir metin, Çokum’un anlatımının hatırına. İlerledikçe salmak lazım biraz, sağdan soldan giren karakterlerin delik deşik ettiği hikâyede örüntü kaybolabiliyor bazen, kimlerle kimlerin akraba hısım olduklarını, hangi karakterlerin ne iş yaptıklarını, mesela ansızın karşılaştığımız birinin, “Hatırlasana oğlum beni, Fikriye’nin baldızı olan Hüsnü ben,” deyip demeyeceğini bilemiyoruz. Çok karakterli metinlerde bağlar sağlam tutuluyor da kaçırmıyoruz ipin ucunu, Çokum’un böyle bir kaygısı olmadığı için insanları dertlerinden, hüzünlerinden ve yedikleri sopalardan tanıyabiliyoruz. Bunların yanında romanın Dündar Taşer Roman Armağanı’nı ve Ülkücü Gazeteciler Cemiyeti Roman Armağanı’nı aldığını söyleyeyim zira Çokum yer aldığı dergilerin herhangi bir siyasi intisabının olmamasına dikkat ettiğini söylüyor dört yıl önceki röportajında, hassasiyeti edebiyat görgüsünün tamamına sirayet etmiş gibi de anlaşılabilir ama görünen o ki böyle bir durum yok. Niyet okumayayım, metne bakayım: Köydeki Zühre Nine’yle Kerim’in koca diyaloğuyla başlıyor. Koca. Çokum’un Bizim Diyar‘da da sıklıkla yer verdiği bu diyaloglar pek yer tutmaz ama sekiz konuyu birden taşımasıyla nadirdir. Nedir, Zühre Nine torununun getirdiği ekmeğin kokusundan girer, kocamış kişilerin ekmek ihtiyacından çıkar, Kerim’in günahsızlığına uğrar, bilgi topağını lönk diye koyar okurun önüne, oysa şöyle parçalasa azıcık. Pamuk ninemizin üslubu değildir bu sadece, karakterlerin hemen hepsi spotları üzerinde toplar yeri gelince, tiratlarını sallayıp çekilirler. Evet, yemek faslı geldiği zaman ailenin reisi Ramazan Ağa peydah olur, cebindeki mektubu Kerim’e okutur. Zamanında göç etmiş halasından gelen mektubu biraz da heyecanla okur Kerim, şehir rüyalarına girmektedir, okuldaki dersleri de kafası almayınca gitmekten başka çaresi kalmamıştır aslında. Annesi Sultan’la ninesi Zühre bir bakışırlar, ağlama çağrısı alınır, başlarını iki yana sallayarak feryat figan ederler. Bağı bostanı bırakıp göç etmek âdet değildir, ata toprağını bırakmak nedir, üstelik şehirlerde dövüşmeler vardır, hükümet düşmüştür, ortalık kan revandır, üstelik bu havada gidilmez, güneşli günde gidilmez, aslında hiç gidilmez, böyle şeyler. Muhtemelen halanın göçünde de aynı şey yaşanmıştır, bu yüzden ailenin diğer fertleri fırtınanın dinmesini beklerler. Demeden edemem, bu köyden kente göç olayını Kemal Ateş’ten daha iyi anlatan bir yazar görmedim, Ateş her açıdan inceliyor bu olguyu. Oydu buydu, Kerim ninesinden keten tokmaklama hikâyesini dinler yine, gitmeden önce köyü zihnine iyice sokmak ister. Ablası Sırma’yı görür en son, çocuğu olmadığı için horlanan ablasını da şehre götürme hayali kurar. Bir süre sonra ablası kuma olaylarında çıngar çıkaracak, şehre kapağı atacak, tarlada değil de fabrikada çalışmaya başlayarak Kerim’le birlikte nohut oda bakla sofa bir ev tutacaktır nihayetinde. Kerim bu ev faslına gelene kadar bir dünya maceraya girip çıkar, yanına girdiği ustadan demircilik öğrenirken halasının yanından yengesinin yanına taşınır, romandaki diğer karakterlerle bu taşınma olayından sonra karşılaşırız ama Kerim’den devam edelim, yengesinin yanında biraz daha özgürdür Kerim, arkadaşlarıyla zaman geçirmek için daha çok vakti kalır. O da ne, arkadaşlarından biri anarşik çıkar, zenginlerin yaşadıkları hayatlar üzerinden Kerim’e eşitlik, sosyal devlet gibi öcülerden bahseder ve daha da kötüsü suç işlemek için çocuğu kandırmaya çalışır. Bitmedi, bir de işten sonra anarşik bir abisinin evine götürür Kerim’i, orada içerler, anarşik abi son derece tırt bir şekilde doldurmaya çalışır, kodamanların yaşadıkları hayatları ele geçirerek sosyalizmi tesis edeceklerini filan söyler. Bu kadar kötülüğün içinde alkol de vardır tabii, herkes tıksırasıya içtikten sonra Kerim zom olur, eve gittiği zaman ahaliyi uyandırdığı gibi kusar ortalığa, bahçeyi bok eder. Ahaliden Nadir hemen kalaylar çocuğu, pisliğinin içinde yatırmaya çalışır ama Enise insafa gelir, Kerim’i içeri alır. Bir müddet sonra köyüne dönmeyi düşünür Kerim, işyerinde içki arkadaşıyla da kavga edince ustasından papara yiyip akıllanır neyse ki, bir de ablası çıkıp gelince cayar dönmekten. Gün bayram günüdür adeta, yeni evde Zühre Nine’ye mektup yazmayı düşünürler, oraya kanepeyi yerleştireceklerdir, buraya kilimleri sereceklerdir, böyle mühim bilgiler verilirken metin noktalanır. Kerim kardeşimize anarşiksiz ömürler dileriz ister istemez, ustasının dediği gibi çok çalışıp iki lokma ekmeğe muhtaç halde yaşamasının saadetini anlamasını da dileriz, güzel güzel yaşa on beşlik Kerim kardeş, işçi kardeş, mukadderatçı kardeş.

Karaktere en yakın şey Kerim, Nadir gibiler sadece politik bir yaklaşımı, sosyal bir sınıfı temsil etmek için var. Nadir delifişek bir kardeştir mesela, mahallenin eski bıçkınlarındandır, bu yüzden meydanı Fahri’ye bırakmak istemez ama bir gün kahvede karşılaştıkları zaman dananın kuyruğu kopar, can dost Samet de kırık kolundan ötürü kavgalara iştirak etmekten vazgeçtiğini söyleyince Nadir yalnız kalır, dışarıda Fahri’den enfes bir kroşe yiyerek yerleri öper. Dişi kırılmıştır, onuru zaten kırılmıştır, ne yapacağına dair kardeşi Enise’den akıl almaya kalkar çünkü okumuş, tahsilli bir insandır Enise. Az buçuk akıllı, vicdanlı olduğuna kanaat getirdiğimiz kardeş muazzam bir fikir öne sürer, abisi de Fahri’nin dişini kırmalıdır. Neyse ki Enise’den, ilginçtir, daha akıllı çıkar Nadir, belaya daha fazla bulaşmak istemez, işine gücüne bakar. Enise’ye odaklanalım az, okulda arkadaşlarının yanlarında taşıdığı anarşik resimlerine bakarken hocası tarafından yakalanınca şapa oturmasına üç kalır ama diğer öğretmenler vicdanlıdır neyse ki. Evet, memlekette konsoloslar kaçırılmakta, bankalar soyulmakta, halk düşmanları cirit atmaktadır ama bunlar da genç kızdır açıkçası, akılları bir karış havadadır, zaten darbe olmuştur da ortalık karışıktır, haliyle Makbule’yi sakin olması konusunda ikna etmeye çalışırlar. Hoca Makbule yakmak ister çocukları, durdurulur. Ertuğrul’a da bakalım azıcık, annesiyle babası zurnanın zart ve port dediği yerlerden geldikleri için kimlik bunalımından kafayı yemek üzereyken teyzesine gidip hayatını kurtarmıştır. İlişkileri laçkadır, hayatı darmadağınıktır, babasının bile tepkisini çeker ki babası Galatasaray Lisesi mezunu bir tabiptir, keman çalmayı sever, entelektüel bir zattır ve dinden zerre çakmaz hatta dine düşmandır. Gerçekten muhteşem bir seçim yapmış, kırsaldan gelen temiz Anadolu kadınlarından biriyle evlenip sabah akşam kadını azarlamaya başlamıştır, kadın öyle dindardır ki eşinin misafirlerine “gavur” der, evin bereketinin kaçtığını düşünür. Ertuğrul daha fazla dayanamayıp günah dolu bir yaşama düşer, eyvah, sevişir. Annesi o sırada oğlunu geri almaya çalışırken ne yazık ki meşum bir trafik kazasında hayatını kaybeder. Ne adi oğlandır bu, ailesinin sağladığı magnifik huzuru elinin tersiyle itmiş, annesinin ölümüne yol açmıştır. Artık ne halt yerse yesindir, görmeyiz zaten ne zıkkımlandığını, ne zina ettiğini, öyle havada kalır. Metnin günah kotasını doldurmuştur, tamamdır.

Daha da fazla ne demeli, Bahaeddin Özkişi’nin ödüllü romanı gibi bir roman. Dengeliymiş gibi görünürken ayar kaçıklığıyla rengini belli eden.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!