Savaş Kılıç dil meselesini incelerken Divan şiirinin şalalasından Cumhuriyet sonrasının sadeleşme çabalarına uzanıyor, böylece Karay’ın yerini belirlemeye çalışıyor. Hikâye malum, Türkçe yazdıkları için neredeyse özür dileyen şairlerden sonra Türkçeyi adeta keşfeden sanatçılara geliriz, Nâmık Kemal ve Ziya Paşa -sövüşmelerine kadar- birlikte mücadele etseler de geleneğin ideolojisinden kurtulamazlar, ne ki ışık bir kez göründükten sonra “Yeni Lisan” hareketi başta olmak üzere Türkçeye eğilen bireysel ve kolektif uğraşlar ortaya çıkar. Osmanlıcanın süsünü püsünü Fransızca sözcüklerle bezeyen yine vardır, sonunda kendi metnini sadeleştirmekte bulur çözümü. Karay’ın eleştirileri güldürür, “ah”larla “oh”larla dolan metinlerden kurtulan dilimiz bir daha öylesi inletilmemelidir Karay’a göre. Nedir, Karay sadeleşmenin ötesinde Türkçenin küçümsenmesini de mesele haline getirir, gençliğinde Yeni Lisan hareketine yakındır. Yerleşmiş yabancı sözcüklere karşı çıkmaz, züppelikten kullanılan sözcüklere demediğini bırakmaz. Kaynağı daha gerilerde aramalı gerçi, Karay’ın diğer yazılarında da şükranla bahsettiği Muallim Naci’nin sade dili esas temeldir, Ömer Seyfettin’in “yaşayan dil”inin yanında Karay’ın “letafet” dediği söz estetiği eklenir böylece. Farklı duyarlılıklar, hemen hemen aynı yol. TDK’nin reformlarını destekler Karay, şerh koyduğu olmuştur ama meyle karşı çıkmaz. Nurullah Ataç kadar radikal değildir tasfiyecilikte, Peyami Safa kadar muhafazakâr değildir, Faruk Kadri Timurtaş’ın Osmanlıcılığının yanında zaten değildir, öyleyse ılımlı tasfiyeci olduğu söylenebilir. Sözcüklerin kökenini ikincil bir mesele addeder, ilk mesele iletişimin çapaklardan arınmasıdır. Halihazırda kullanılan sözcüklerin değiştirilmesine karşı çıktığı çok olmuştur, mesela “dolma kalem” yerine “istilo”nun kullanılabileceğini söyler, “sonay” ve “önay”ı “aralık” ve “ocak”ın yerine fiştekler ama tutturamaz. Göstergebilimsel yaklaşıma yakındır, Kılıç’ın çıkardığı özet: “Refik Halid dil üstüne sistematik olarak düşünen birinden ziyade, dağınık dağınık ama sürekli düşünen biri. Dil üzerine düşünmek için gerekli temel kavramları onda ancak nüve halinde bulabiliriz. Dahası, filoloji eğitimi almadığı için önerdiği etimolojiler, köken tahminleri zaman zaman isabetli olsa da bir o kadar da hayalidir, bir nevi ‘halk etimolojisi’dir.” (s. 44)
Tuncay Birkan yayıma hazırladığı diğer kitaplar için kaleme aldığı şahane yazılarından aşağı kalmayan bir yazıyla Karay’ın dil görgüsünü ve anlayışını inceliyor. Karay’ın “harf inkılâbı”nı tereddütsüz desteklediğini şuradan biliyoruz: “Medeniyet şimdi açılmaz bir kapı, aşılmaz bir uçurum, uçulmaz bir tepe, varılmaz bir ülke değildir. Eski elifbanın bukağılarından kurtulan ayaklarına taktığı bu kanatlı esatir çarıklarile irfan âlemini içinden ve üstünden seyretmek, bilip öğretmek imkânını bulmuştur.” Birkan’a göre coşkuyla destek bulan bu hareket yeni kelime bulma oyununa fazla dalıp yerleşik sözcükleri tasfiye etmeye başlayınca şüpheler uyanıyor ve itirazlar yükselmeye başlıyor, Karay’ın ılımlılığı bu süreçte sona eriyor denebilir. İlk taşı Falih Rıfkı Atay. Kötü espri için özür dilerim. Güneş-Dil Teorisi’nin açtığı yol ve gösterdiği hedef felakete doğru yol almaya başlayınca Atay belki de o kadar hızlı gitmemek gerektiğini söylüyor, kaygılarını dile getiriyor. Hüseyin Cahit Yalçın’ın daha 1932’te karşı çıktığı nice mevzu var, anı kitabında yer alıyor. Sonuçta açık davet yapılmış sanatçılara, sözcük önerileri itinayla değerlendirilecek, o zaman herkes bir şeyler sıkmalı. Karay kayıtsız kalmıyor, sağlam sıkıyor ama tutacak gibi değil, tutmayacağını söylediği sözcükler de tutmuş mesela. Genel eğilime baktığımız zaman iktidar değişimlerinin doğrudan etkisini görüyoruz, radikal muhafazakârlar güç kazandıkları zaman bit pazarına nur yağdırıyorlar, diğer yanda kazanımlarını korumaya çalışan yenilikçiler var, Birkan 1990’lı yıllarda bitmeye başlayan bu düşmanlığın hâlâ belli belirsiz sürdüğünü söylüyor.
Birkan ilk bölümü Karay’ın övgülerine ayırmış, bir de Türkçe sevgisine. Karay’a göre Türkçemizde darlık yok, Türkçemiz gönenli, bir istersek bin verir. Bu sebeple öz Türkçede kalem diremek faydalı, Karay kendi yazılarında yeni sözcük kullanacağı zaman daha kalın bir renk tonunu tercih ediyor, böylece okurlardan alacağı tepkilerle sözcüklerin yerleşip yerleşmeyeceğini anlamaya çalışıyor. Bahsettim, tutturamadığı da çok ama yerleşecek sözcükleri tespit etmede göz ardı edilemez bir öngörüsü var. Dil savaşının atılganlık ve gözüpeklik istediğini söylüyor ki yeterince atılgan zaten, dil konusundaki hassasiyetini düşününce belki de en girgin olduğu konu bu. Terkipleri okumuş yazmış sınıfın geçmişte kullandığı “argo” olarak görüyor mesela, “vefat etti”yi bırakıp “ikmal-i-enfas-i-hayat” demekte bir çıkıntılık var. Terkiplerin ölüsünü kaldırmak yok yere diriltmeye çalışmaktan yeğ, “bıldır” gibi yarı unutulmuş sözcükleri biraz öne çıkarmak, “kendi kaidelerimize” uymak, yabancı asıllardaki kuralları görmezden gelmek iyi. “Arsıulusal” gibi tutunamayan sözcükler olacaktır, “beynelmilel” katı ve yadırgatıcıdır, daha iyisi mutlaka gelir ki gelmiştir, “uluslararası” kabul. Pek çok sözcüğü inceliyor Karay, her biri için akıl yürütüyor, alternatifleri belirliyor, arada TDK’ye ve sözcük mucitlerine çatsa da maksadı hep daha iyiyi bulmak. Arada anılarına değiniyor, misal Halep’te sürgün hayatı yaşarken Mehmed Âkif’in “insanlıkta bulunarak” ziyaretine geldiğinden bahsediyor, her Türkçe sözcüğe Arapça asıl yakıştıran edebiyat hocasına çatıyor, başka gazetelerde yapılan hataları düzeltmeye çalışıyor, yorucu uğraş. Öğretmenliğe soyunması son nokta, insanını seviyor bu adam: “Size bugünkü konuşmamızda, işte, pek çok kullandığımız halde ya dikkatsizliğimizden yahut öğretilmemiş olduğundan dolayı bilmediğimiz, bilemediğimiz bir sürü kelimenin asıllarını ve köklerini anlatacağım. Bahis, merak verici ve eğlencelidir; kısa bir zamanınızı almıya değer.” (s. 131) Kullandığı kaynaklara mutlaka yer veriyor Karay, gelen telefonlardan ve mektuplardan edindiği bilgileri paylaşıyor, uydurmacılığı hemen hiç umursamıyor. Olmayacak işlere amini yok, “J” harfinin alfabeden şutlanmasını tavsiye eden bir yazara verip veriştiriyor, sesletimi genişletecek her harfi başının üzerine koyuyor. Zenginlik bu, yabancı dil sevdası değil. Başlangıçta durum bu, sonradan işin rengi değişmeye başlıyor: “Öz Türkçeye karşı uzun müddet, üvey evlâtmışçasına surat astıktan sonra nihayet hatamızı anladık. Fakat kısa bir müddet de -lüzumsuz uydurmalara ve çok uzak kaynaklara kadar giderek- aşırı iltifatlarımızla ona fazla iltifata başlamadık mı?” (s. 153) Hatasını kendisi de fark ederdi, başka bir yazısında değindiği üzere aynı cümlede bir sözcüğün tekrarlanması falsoysa kendi falsolarını da kabul edecek kadar öz eleştiri yapar Karay, her uyarısı öz Türkçe coşkusunu göz önüne alırsak kendisinedir aynı zamanda. Bunun yanında TDK’yi doğrudan iğnelediği de olmuştur, 1949’da toplanacak dil kurultayına davet edilmemesine içerleyip zehir zemberek bir yazı döşenir, on yıldır hiçbir toplantıya çağrılmadığı gibi çağrılanlar da biraz şeydir. Öfkesinin kertesi şuradan çıkar: “Fakat siz bir memleket tasavvur ediniz ki, orada bir Dil Kurultayı toplanıyor; lâkin tam kırk iki seneden beri güzel, temiz, âhenkli ve kıvrak Türkçe için epeyce emek sarfetmiş bir muharrir toplantıya çağrılmayor… Böyle şey olur mu?” (s. 168)
Gerisi derya deniz. Etimolojik serüven var, TDK’ye atılan taşlar var, radyodaki kötü sunumlar var, gazetelerdeki rezalet Türkçe var, atasözlerinin kökeni, deyimlerin önemi, dilimizin letafeti var, bitmek bilmiyor. Son bir alıntıyla bitirmek isterim, yazı zaten alıntılarla dolduğu için neden bir tane daha eklemeyeyim: “Lisan bahsinde esas derdim tad ve âhenktir. Zira şu kanaatteyim ki Türkçemizin öbür Türkçelere ve birçok ecnebi lisanlara üstün vasfı asırlardan beri elimizde armonize edilmiş, lezzetli hale gelmiş olmasıdır. Bizim Türkçemiz hem tatlı hem âhenklidir.” (s. 194) “Ve”yi kıyasıya eleştirmesine rağmen “veveliyor” Karay, matrak. Bir anda olmuyor bu işler, 700 sayfadan anladığımız pek çok şeyden biri bu.
Cevap yaz