Ecinniler‘in üç denge çömmüşünden biri olan Çağla’nın öykülerini okurken A noktasından B noktasına gidiyordum ve bu yazıya azıcık mesafeli olmanızı söylüyorum şu an, zaman süper bir şey, bir an B noktasına gidiyorsunuz da ardından bu yazıya dönüyorsunuz, ne diyeceğimi bilmediğimden adınız gibi eminim -sonuçta bir adınız var- ama kendimi temin ederim ki tarafsızlıktan sapmamaya çalışacağım yoksa ne anlamı var burada ona şöyle, buna böyle demenin, etik kutik kaygılar gütmenin, doğru bellediğimden sapmamaya çalışmanın. Genel geçer kalıbı öyle olmasa da sıralı sorular retorik, işareti yok bu yüzden, elde Çağla’nın değindiği meseleler ve meselelere değinme biçimleri kalmışken aynı dergi için fiyuv ettiğimizi söylemeliyim. Bana yazılara bakmamı söyler, yazı gelmiştir, hemen bakamayabilirim ama mutlaka bakarım, mesela bakmam gereken yazının son üç sayfası kaldı ama bu yazıyı havaya uçma pahasına yazmalıyım çünkü birkaç eleştiri çatapatlara dönüşebilir, ihtimalin yüksekliği baş döndürücü, Çağla’nın hışmından korkarım. Dediğim an bir kıymet abartısı, yani şurada ölümü usul usul beklerken zaman geçiriyoruz, laf tekerliyoruz, benim diyeceklerimin önemi? Vardır, bilmem. Ben bu geceyi de atlatmaya bakıyorum. Çağla’yı azıcık öveceğim, daha da azıcık eleştireceğim, gecenin sonu. Bu. Öyküler iyi, bu kesin. Öykülerin bazı kısımları yersiz malumat. Çatapat!
“Gündüzdüşü Üçlemesi” anlatıcıya bir kez içeriden baktığımız, iki kez de karakterliğini dışarıdan izlediğimiz konsept bir toplamdır. İlk parçası tipografik oyunlarla doludur ve bundan daha normal bir şey yoktur, günlük yazan küçük bir kızın harflerle boğuşup sayfaları karalamalarla doldurması oyunların organikliğini gösterir, iyidir. “Maskaracım” dediği günlük şefkatlidir, kızın yaşamındaki insanların aksine dinler, bu yüzden arkadaştır, kişidir adeta. Doğrudan Çağla’dan aldığım bilgileri de katayım, kız ne zaman tedirgin edici olaylardan bahsetse yazım hatası yapar, sözcüklerin üzerini çizip doğrusunu yazar. Berkcan’ın adı büyük büyüktür, üzeri özenle çizilir çünkü Berkcan mühim bir insandır, öykünün sonunda adının alt alta beş kez yazıldığını görürüz. Önceki sayfalar yırtılmış ve yakılmıştır, belli ki okuduğumuz sayfalar da bir müddet sonra yakılacaktır, iyi ki küle dönmeden denk geldik. Okulun, ailenin, arkadaşların doğurduğu dertleri bir iki başlık altında toplayabiliriz, mesela yoksulluk ön plandadır. Yaz tatilinde su kaydırağından vıjtladığını söyleyen arkadaşın olduğu bölümler çizili, anlatıcının erişemeyeceği zevkler tansiyonu yükseltiyor. Anneyle babanın kavgalarında mevzu açığa çıkıyor, anne çalışmak istediğini söylediğinde baba elini kaldırıyor ama anne öyle bir bağırıyor ki baba hemen gidiyor evden. Fiziksel şiddete varmayan bir gerilim, maddi yetersizliğin yol açtığı ayrıksılıklar, kadınların erkekleri paylayan gücü diğer öykülerde de sıklıkla karşımıza çıkıyor. Bazen istemeyeceğimiz kadar açık bir biçimde: “Gülümsedi. Para güzel şeydi. Kendi parası varsa onu anlayabilecek bir terapisti de vardı. Kendi parası varsa istediği yerde yemek söyleyebiliyordu. Para kazanmak sahiden çok güzel şeydi.” (s. 43) “Üç ay önce yenilenen, koruyucusu aşınmış cihaz” bu bağlamda anlamlı, yoksa dikkatimizi celbeden gereksiz bir ayrıntı olarak duracak bir kenarda. Çağla bu meseleyle ilgili bir makale yazıldığını söylemişti, manevi bağımsızlıktan öte maddi bağımsızlık ağır basıyor gerçekten, hemen her öyküde bir yüzünü görebiliyoruz. Gündüzdüşünün ikinci kısmında anlatıcımızın konuştuğu kadının kendi parasını kazanması dünyanın en önemli şeyi olarak çıkar karşımıza, ilk kısımda günlüğünü okuduğumuz kız biraz daha büyümüş, ailenin bir türlü yıkılamamasından ötürü daha fazla yara almış, yalnızlığı büyümüştür, “lusit rüya” vasıtasıyla kontrol edebildiği bir uzamda kendine güvenen, hali vakti yerinde bir kadınla arkadaşlık etmeye başlar. Kendi yetişkinliğini kurguladığını bilmez, kadın bilir, çocukluğunu o hapisten kurtarmaya çalışır. “Başını öne eğdi. Aklına yarınki sınav, durmadan yanan soba, gelmeyen babası ve gizli gizli ağlayan annesi geldi.” (s. 31) Sınav da makul, orta-alt sınıftan gelenler bilir ki çocukların kafaları ders kitaplarına sokulur neredeyse, tepeden bastıran el yüzünden en basit sınavlar bile meydan muharebesine dönüşür. Eğitimin sınıf atlattırdığı zamanlar. Şimdikiler ne yapıyor acaba, bu olasılık ortadan kalktı gibi bir şey. Neyse, kadın ideal bir dünya çizerek kıza güç verir, sarılmalarıyla birlikte aktarım tamamlanır. İşe yaramış mıdır, eh, üçüncü kısımda güvensiz bağlar geliştirmiş yetişkin bir kadınla karşılaşırız, annesi kısa süre önce hayatını kaybetmiş ve kendisi de KHK ile görevinden uzaklaştırılmıştır, bunlar yetmiyormuş gibi anlayışsız bir adamla birliktedir. Adamın anlayışsızlığı aslında besbelli, telefon konuşması sırasında kadının “boğuk, çatlak, alçak” sesine adamın müthiş bir coşkuyla mukabele etmesi yeterli ama şu kısım da geliyor artta: “İnsanı neşeden iğrendirecek bir ton. Bu kadar mutlu olacak ne vardı? Mutluysa bile biraz, yalnızca biraz empati kurup matemine saygı duyamaz mıydı?” (s. 36) Bana fazla. Belki lazımdır birilerine, bilemiyorum. Mario Levi’nin Lunapark Kapandı‘sını bu yüzden fenalıklar geçirerek okumuştum. Biri bir şey söylüyor, bir cümlecik, ardından bir sayfa açıklama, psikolojik tahlil, o bu derken konuşma sonsuza ıraksıyor, anlatılan zamanı ve anlatı zamanını yavaşlatan diyalogdan sonra bir de bu, eyvah. Üçlemeye böyle veda etmiyoruz neyse ki, kadın son sözü söyleyip erkeğin düşüncesizliğini şaklattıktan sonra jiletleri -taze çiziklerin sebebi- camdan dışarı atıyor. Olaylı final, anlatmaya yer yok, bir eylem yeterli.
“Kan”la birlikte müstakil, bence üçlemeden daha nitelikli yapılarla karşılaşıyoruz, Ada’yla tanışıyoruz aynı zamanda. Patolojisi yabancı değil, izlekten çıkarabiliriz. İş, ilişki derken biriken stres fiziksel bir arızaya yol açmış, öykünün başında karakterin daha fazla sinir krizi geçirmek istemediğini, bu yüzden doktora gittiğini görüyoruz. Burnu kanıyor, kafası aşırı yüklendiği zaman bir nevi topraklama. Hızlı geçişlerle zaman aralıklarının mesafelerini bir anda kat ediyor karakter, Çağla’dan spektaküler bir hareket, iyi. Bir anda restorandayız, karakterin menüyü yirmi dakika boyunca incelemesini bir takıntı olarak görebiliriz, sağlıksızlığın kodlarından biri. Nedir, buluşacağı adam gelir, yiyip içerler, hesap ödeneceği zaman garson doğrudan adamla konuşur. Ey, kadın buradan bir tutulur, “kulaklarında siren uğultusu”. Adam önden gider, kadın yetişmeye çalışır, hesabı ödeyecektir ama adam ilk seferin ödemesini yapmak ister. Nedir yani, ikinci olacak mıdır ki? Kan beyne sıçrayınca hemen yön değiştirir ve burundan föşkürmeye başlar, kadın fıskiyeye dönmüş bir haldeyken “pençesini” havaya kaldırır ve kartı masaya çarpar, o ödeyecektir, o kadar. Tansiyonun ağır ağır yükseldiği, kadının kafayı yavaş yavaş kırdığı iyi bir öykü. “Tespih Böceği” de böyledir, müvekkillerine yardımcı olmaya çalışırken polislerin dandunluğuna, suçluların pervasızlıklarına şahit olan avukat kadının hikâyesi. Her şeyle iyi kötü mücadele eder, teklemelerin üstesinden gelir de babasıyla telefonda görüştükten sonra çantasında bir dünya böcek bulur, aklının yayları tıngırdamaya başlamıştır. Zor toparlar, çabalamaktan başka yapabileceği hiçbir şey yoktur. O dünyanın boğuculuğuna rağmen bir dal sigara yırtmasını sağlar. Telleri durdurur en azından, kaygıyı dindirir. “Dış Kapı”dan da bahsedip bitireceğim, kitaptaki en iyi üç öyküden biridir. Elden ayaktan kesilmiş eşinin bakımını üstlenen, yaşadıkları evi miras yoluyla elde etmeyi bekleyen, bu sırada bir dünya hakaret yiyen kadının çıkış yolu yoktur başka, boşanmak anca aklının ucundan geçer. Kapıyı bacayı açık bırakmasından rahatsız olan komşulara göre eşinin ölümünü çabuklaştırmaya çalışır kadın, bu yüzden adamın düşmesi için elinden geleni yapar. Oysa kokudur camı pencereyi açtıran, sidik ve dışkı kokusu, yaşlılık. Öyle midir, anlatıcı öyle olduğunu iddia eder ama güvenilmez olduğu da ortadadır. Tam bir karakterdir yani, dört dörtlük. Öykülerdeki en karakter belki de.
Ben okunmasını tavsiye ederim bu kitabın, kalan öyküler de iyi.
Cevap yaz