Yapraklar, bir ağacın dalları, bulutlar. Bunun bir adı yok, harfler veya ideogramlar sınır çizemez, dinler belli bir bağlama sokmaya çalışır, beyhude. Çimenlere uzanırım, ciğerime evren dolar, aslında evrene evren dolar. Evren evrene dokunuyor. Evrenin formlarından birkaçına bakalım, Mancuso anlatıyor: Apollo 14 seferine katılanlardan Stuart Roosa’ya 500 tohum içeren bir kutuyu yanına alıp alamayacağı sorulur, doğa âşığı Roosa hemen kabul eder. Ay’ın etrafında dolanırken bitkiler ufaktan büyümeye başlamıştır, Dünya’ya döndükleri zaman yok olma tehlikesi geçirir ama kurtulur. 1976’da, Bağımsızlık Bildirgesi ilan edildikten 200 yıl sonra ülkenin çeşitli yerlerine serpilir bu tohumlar, biri Hirohito’ya verilir, İtalya’ya gideni vardır, dünyanın her yerine uzayda yeşermiş tohumlar gönderilir ve mevzu hemen unutulur çünkü neden olmasın, ağaç ağaçtır, kesilene kadar fark edilmez. Yıllar geçer, 1996’da NASA’nın arşiv görevlilerinden birine Indiana’nın küçücük bir meskeninden e-posta gelir, oradaki Ay Ağacı hakkında bilgi talebi. Nedir, konuyla alakalı hiçbir bilgi bulamaz arşivci, resmî kayıtlarda hiçbir şey yoktur, yirmi yıl önceki çalışanlara sorduğu zaman meselenin münferit olduğunu öğrenir ve dağıtılan tohumların izini sürmeye başlar. Hâlâ bulunmayan vardır herhalde, benim gördüğüm yapraklar ona ait değildir ama toprak vasıtasıyla bir bağ kurmuştur sanıyorum, Ay’ı görmüş tohumlar, ağaçlar, toprak, sonra hiç.
Bu ağacın türünü, huyunu suyunu bilenler akademik ortamlarda görmezden gelinirmiş biraz, Mancuso ne kadar değersiz görüldüklerini anlatıyor bir yazısında. Eksantrik adamlar, hayvanlarla değil de bitkilerle uğraşıyorlar, hayatın %0.3’ü yerine %85’ini didikledikleri için cezalandırılıyorlar resmen. Oysa faydalıdır botanik, suçların çözümünde dahi çok işe yarar. Bruno Richard Hauptmann’ı elektrikli sandalyeye oturtan manyaklığı botanik sayesinde ortaya çıkarılmış, uzun uzun anlatmayacağım ama tahtanın yapısı, kokusu, tadı tuzu pek çok bilgi taşır, etkilediği ve etkilendiği her şeyin izini tahtada bulmak mümkündür. Anlayabilmek için botanikle uğraşmak, botaniği çok sevmek gerekir. Bir tutkudur botanik. Öpülen gözdür, botanik muradı bol bir sevidir. İyi bilinmelidir yoksa şehir efsanelerine yol açarak greyfurt özü tuzu içirir insana, sağlığı iyice bozar. Mancuso bitkilerin içeriğini ve içeriğin nasıl çarpıtılabileceğini anlatır, hoş: Bir zamanlar Japonya’ya gitmiş de Japon kültürüne, insanına alışamamış, “Tom” diye seslendiği Japon arkadaşının mutant -“Amerikan kültürünü benimsemiş Japon” demek oluyor bu metinde- huyları olmasa sıkıntıdan patlayacakmış. Gidip içiyorlar, sohbet ediyorlar, çok güzel de muamma eksik. Hemen buluyorlar, Amerikalılar muza basmayı deyimlerine geçirmişler ama Japonlarda böyle bir şey yok, haliyle Tom bu durumun gerekçesini soruyor. Muz kabuğu neden düşmeyi çağrıştırır, portakal ve mandalina kabuğu da en az muz kabuğu kadar kayganken neden muz? Mühim bitki, Doğu geleneklerine göre bilgi ağacı incir veya elma değil, muz ağacı. İnsanın en haşır neşir olduğu bitkilerden biri, MÖ 8000’den beri böyle. Pasifik’i aşıp Kuzey Amerika’ya getirmek çok pahalıymış muzu, bu yüzden üst sınıfın sofralarında yer almış da buharlı gemiler, yelkenliler falan ortaya çıkınca bir anda halka inmiş, ABD’de en çok tüketilen gıda haline gelmiş. New York kalabalık yer, millet muzu yiyip kabuğunu yerlere atınca yerlere atılan diğer pek çok şeyle birlikte koca öbekler oluşturmuş muz kabukları, şehri pislik götürmeye başlamış. Çare olarak binlerce domuzu salmışlar şehre, Dickens’ın bir metninde anlattığı sokak domuzlarından biri denemenin başında var. Ortalık biraz toparlamış ama domuzlara ne olacak, uluorta çiftleşmeye başladıkları zaman feryat figan, en sonunda domuzları da pislikleri de toplamışlar, temizlik birimleri her şeyi halletmiş. Halledene kadar muz kabuklarına basıp düşenler, kıçı kıranlar, kafayı donklatanlar gırla, gazetelerde her gün çıkarmış haberleri. Tamam da muz kabuğunun yarı efsanevi vıjtlığı nereden geliyor, bu olay tamamen açıklamıyor mevzuyu. Özetlemek gerekirse Tom kaybediyor ama kardeşlik kazanıyor, nesnelerin kayganlığını kerteriz bellemiş bilim dalından şans eseri elde edilen veriye göre muz kabuğu gerçekten iyi kayıyor. Bir zararı daha var ama tamamen aptallık sonucu, insanın kendi kendine açtığı dert. Biraz eğlenceli aslında, asparagasa inanıp aptallığını sergileyen insanlar matrakmış 1960’larda. Muzdaki radyoaktivite malum, çok değil ama diğer bitkilere göre epey yüksek çünkü içinde potasyum var, fazlası zararlı bir nane. Böyle değişik bir meyve hakkında yıldırım hızıyla yayılan yanlış bilgiye şaşırmamalıyız, 1970’lere doğru kafa gümleten maddeler yasaklanınca haberler çıkmaya başlamış, muzdaki beyaz lifleri ayıklayıp pişirince bulamaç oluyormuş da o bulamacı yiyenler veya içenler uçuyormuş. Tarifler, tavsiyeler, millet dükkânlarda muz bırakmıyor resmen. Bir süre sonra muz efsanesi ortadan kayboluyor ama insanlar hâlâ şeritleri sigara yapıp içiyorlar, muz kabuğunu yüksek sıcaklıkta pişirip kabuğunu toza dönüştürüyor, delilik. Donovan’ın ilgisi var bununla, çok değişik. “Mellow Yellow” adlı şarkıda geçen sözlerden ipucu bulduğunu düşünenler hemen eyleme geçip kızartmışlar kabukları, oysa o sözlerin anlamı saçma sapan bir şeymiş Donovan’a göre. O dönemde yapılan şarkılara şüpheyle bakmalıyız, sözler esas anlamdan başka bir şeye işaret ediyor olabilir, hiçbir şeye işaret etmiyor olabilir veya işaret olmayabilir, kafa yerinde değilken yazılan, söylenen sözlerin geçerliliğinin iptali hakkında KHK. Muz kabuğunda bir şey yok kısacası, istediğiniz kadar kızartıp yiyebilirsiniz. Ayrıca kök kısmından değil, diğer taraftan soyulurmuş muzun kabuğu. Paşa gönlüm ne isterse o, ben ortasını delip deliği genişlete genişlete yiyorum.
Özgürlük ağaçları! Eşitlik! Hak! Hukuk! Adalet! Anlatıcının gittiği mezatlarda bu ses yankılanıyor, üstelik botanikle ilgili metinlerde. Her cumartesi Paris’e gidip tezgâhları eşeliyor anlatıcı, bir gün uzun zamandır göz göze geldiği başka bir tutkunla tanışıyor, Fransız tarihi öğretmeni Henri Gerard’la. Sohbet ediyorlar, anlatıcı yeni dostunun evine gidince özgürlük ağaçlarının hikâyesini öğreniyor. Arada okyanus olmasına rağmen aynı hattın üzerinde yer alan, aynı canı paylaştığını düşünebileceğimiz ağaçlar 1776 ve 1789’dan sonra dikilmiş, insan elinden çıkma her şey bu ağaçların birbiriyle bağlantılı olduğunu gösteriyor, haritalar bile. “Devrimin mekânlarını görünmez bir ağla bir süre birleştiren bu Kardeşlik Ağaçlarından geriye ne yazık ki Avrupa’da oraya buraya dağılmış halde sadece birkaç örnek kalmıştı. Ama Paris gibi büyük şehirlerde artık hiç yoktu. O kadar görünü sembollerdi ki, sıklıkla misillemelere hedef olmuşlardı. Dalları kesilmiş, gövdeleri kesilmiş, parçalanmış, üzerine kralcı yazılar yazılmıştı.” (s. 40) Kardeşlik basbayağı. Ölü bir kütüğün içindeki numunelik canı da bundan biliriz, sağlıklı ağaçlar insanın uzun süre anlayamadığı bir biçimde suyu, artık ne yiyorlarsa onu paylaşıyorlar, kütüğün tamamen ölmesini istemiyorlar çünkü kütük onların var olduğunu ve var olmaya devam edeceklerini gösteriyor, bir nevi yaşam kaynağı. Doğal seçilime baktığımız zaman mantıksız gibi görünüyor, aslında geniş açıdan bakınca çok faydalı, hele uzun vadede. Toksinler ölüyor böylece, bitkiler yaşlı kökten güç alıyor, yani evrimin her türlü işlediğini görüyoruz. Bir kök bir köktür ayrıca, küresel ısınmayı azıcık olsun yavaşlatabilirse kim razı olmaz ondan? Hızla ısınıyoruz, Mancuso bitkilerin bu konuyla ilgili öneminden bahsedip her boş alanı yeşillikle doldurmamız gerektiğini söylüyor. Çatılar, sokaklar, balkonlar, her yer yeşille dolmalı ki kafamıza çatı düşmesin, salonda kitap okurken dev dalgaların altında kalmayalım.
Bitkilerle ilgili muazzam bir kitap bu, Mancuso’nun diğer kitaplarını da aldım bugün fuarda.
Cevap yaz