Evenkiler geniş bir alana yayılmış klanlardan oluşuyor, Sibirya’nın bol geyikli, sincaplı ormanlarında göçebe bir yaşam. Ren geyiklerinin yiyeceği yeşillikler bittikçe yer değiştiriyor bizim klan, ağaçlara bıraktıkları işaretlerle yerlerini tayin ediyorlar ki uzaklara gidenler geri döndüklerinde ailelerini bulabilsinler, avladıkları hayvanların ruhlarını kutsuyorlar ki salgın hastalık veya kıtlık kasıp kavurmasın, nehir boyundan da hiç ayrılmıyorlar çünkü su her şeydir, dağların bir hududu vardır ama su sonsuzdur, durmadan akar, usuldur. Suyun huzuru bozuldukça sona yaklaştığımızı anlarız, dört nesillik anlatı boyunca nehirlerin kuruduğunu, ormanların katledildiğini ve göçebelerin yerleşik hayata geçmeleri için dürtüldüklerini görürüz. Zijian pek dokunmuyor buralara da yakınlara küçük bir yerleşim yeri kuruluyor sırf göçebeler için, evlerin nice baskıyla doldurulmaya çalışıldığını görebilirdik çünkü klanın Rus tacirlerle ilişkilerinin kesilmesi sanki entropi gereğiymiş gibi duruyor, anlatının tamamına yayılan hüznün bir parçasıymış gibi. Zaman geçer, insanlar kaybolurlar, acılar küllenir ve Ruslar piyasadan çekilir, gerçi onca üzüntüye sistematik bir şiddetin biçimleri ağır gelebilir ama yerinde olurdu, hele Japonların cirit attığı dönemi düşününce. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce yakınlarda askeri üs kuran Japonlar askerî eğitim için klanın erkeklerini iki kez alıp götürürler, üstelik işlerin en yoğun olduğu mevsimde. Hayvanlar sağılacak, belki evler inşa edilecektir, en başta aileler bölünecektir ama tıpış tıpış gider erkekler, Japonlara karşı çıkmazlar, bir iki gergin ânın dışında hiçbir çatışma yaşanmaz. İlginç. Hüzne döneceğim, Yeşim de hikâyenin ne kadar hüzünlü olduğunu söyledikten sonra kanaat getirdim ki hikâye çok hüzünlüdür. Evet. Mevsimler gelip geçer, isimsiz anlatıcının hangi yılda neyin yaşandığını söylediğine ve torununa Eylül adını koyduğuna göre belli bir zaman algısı vardır ama dile getirdiği hemen hiç yoktur, ömürler bu zamansızlıkta bitip yenileri başlar ve hiç sonlanmayacak bir döngünün çizgilerinde yürürüz, aslında bu zamansızlık sayesinde/yüzünden hüznü her an hissederiz çünkü bitmeyecek gibidir, zaman bir yandan akarken diğer yandan sabittir, yas tutan karakterlerin ne zaman sağaldıklarını anlamayız, geyiklerin doğum yaptıklarını genellikle görmeyiz ama çoğalırlar durmadan, av hayvanlarının derileri gündelik uğraşların sonucunda edinilir de tuz, yiyecek ve içecekle takas edilir bazı. Zijian öyle bir süreklilik kurar ki anlatıcının döngüye katılmaması yadırgatır adeta, hemen herkesin başına bir iş gelir de anlatıcı hikâyesini anlatabilmek için hayatta kalmıştır sanki. Yağmurun ve karın kendisini çok yıprattığını, kendisinin de yağmurla karı yıprattığını söyler, suyu ve ağaçları da yıpratmıştır, etrafındakiler hariç her şeyin üzerinde bir etkisi vardır, her şeyin anlatıcı üzerinde etkisi vardır, müthiş bir bütünlük. Herkes aşağıdaki meskene indiği zaman başlıyor anlatmaya, yıllar içinde gidenler ara ara geri dönmüşlerdir ama o son gidişin dönüşü olmayacaktır artık, orman keresteciler tarafından katledilmekte, geyiklerin yiyecek bulmaları giderek zorlaşmaktadır, torunlar okula başlamıştır, 2000’li yılların başında yukarısı ev olma özelliğini kaybetmiştir. Anlatıcı ne olursa olsun atalarının toprağını terk etmeye yanaşmaz: “Yıldızları göremediğim bir odada uyumayacağım ben. Hayatım boyunca tüm gecelerimi onların dostluğuyla geçirdim. Eğer rüyalarımdan uyandığımda simsiyah bir tavan görürsem gözlerim kör olur benim.” (s. 10) Çadırların tepeleri açıktır, yıldızlar içeriye doluşunca yaşadığını anlar anlatıcı, diğerlerinin aksine aşağı hiç inmemesinin sebebi budur. Ay, güneş, bulutlar, evrenle kusursuz bir eş zamanlılık. Her birinin ruhu var, anlatıcı kendi ruhunu onlardan aldığı için geri verene kadar ormanda kalacak. “O zaman bırak ateş ve yağmur dinlesin hikâyeni.” (s. 13)
Zijian kısa paragraflar halinde kurduğu metnini olay örgüsünü bu paragraflara eşit biçimde dağıtarak oluşturmuş, üç bölümü anlatıcının gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık yıllarına göre belirlemiş. Hızlı akışın aşırı teferruatla soluklandığını söyleyebiliriz ama bilginin yığıldığı bölümler arıza olarak da değerlendirilebilir. Evlerini nasıl yaptıklarını, geyiklerin boynuzlarını nasıl kestiklerini mi hatırlıyor anlatıcı, o yüzden mi enine boyuna anlatıyor, bu da düşünülebilir, belki kendi kestiği boynuzdur anlattığı. Kan akarmış, boynuz yeniden çıksa da o kan bir türlü çıkmazmış anlatıcının elinden, zor hatırlaması daha uygun olmayacak mı? Okur bilir, ben ritüellere, animizme, dünyanın sağladığı anlama varmak isterim, Zijian’ın metnini arşa çıkaran ögelere. O kadar yalın bir anlatım, o kadar güzel bir dünya, enfes. Anlatıcı doğduğu zaman babası siyah bir ayı öldürmüş, ruh değiş tokuşu hikâyenin tamamında karşımıza çıkan bir mevzu. Dört nesilden onca karakteri ayrı ayrı incelemek istemem ama genel özelliklerini vermeli: Anlatıcının amcası şaman, birilerinin hayatını kurtarmak için hayvanların ve insanların yaşamlarını feda edebiliyor, amcanın vefatından sonra gelen şaman kendi çocuğunu feda edip bir Han askeri ölümden kurtarıyor mesela, yıllar sonra o asker ortaya çıktığında yerine getirilmesi çok zor bir görevi başarıp vefasını gösteriyor. Şamanların bambaşka bir âlemi var, toplulukla birlikte yaşasalar da topluluğun bir parçası değil gibi duruyorlar, aslında tamamen fantastik oldukları da düşünülebilirdi ama Japon işgali sırasında ormanlara gelen bir Japon komutan rica ediyor, yarasını iyileştirebilirler mi? Pek de inanmıyor iyileşeceğine ama sarsıcı sonucu görünce dünyada görünenden çok daha fazlasının olduğunu kabul ediyor. Nedir, eğitim kampından dönecek erkeklerin silahlarına el konmuşsa da başına gelen olağanüstü şeyi hatırlayan bu komutanın sayesinde klandakiler silahlarına kavuşuyor ki silahlar onlar için olmazsa olmaz, okla avlananları varsa da esas yükü tüfekler çekiyor. Yardım edilenler yardım ediyor, döngü işte. Doğayı algılama biçimlerinden bahsedeyim az, mesela suya ayın ışığı düşüyor , balık avı sırasında dalgalanan suda kaybolan aya üzüldüğünü söylüyor anlatıcı, dünyaya şiirin gözünden bakmak bu. Geyikler: “Ren geyikleri bize ruhlarımızdan armağandı, bu hayvanlar olmasaydı biz de olmazdık. Her ne kadar bir zamanlar sevdiğimi götürmüş olsalar da, yine de ren geyiklerine âşıktım. Onların gözlerini görmemek demek, gündüz güneşi görememek ya da gece yıldızları görememek gibi bir şeydi- derinden bir ah çektiriyordu insana.” (s. 32) Anlatılan zamanın henüz bilinmeyen noktalarından haberler veriyor anlatıcı, görüldüğü gibi geyiklerin sevdiğini aldığını söylüyor, sebepsiz hiçbir şeyin gerçekleşmediği o âlemde ölümlerin de somut sebepleri var ve hepsi döngünün mantığını taşıyor. Kuşların çıkardığı sesler Evenkilerin söylencelerinden kazanıyor anlamını, “rüzgâr mezarı” denen yapı ölümlerin aslında kaynağa dönüş niteliği taşıdığını gösteriyor, karakterlerin hikâyeleri yarı yarıya bu mistisizmle örülmüş. Nasıl anlatacağımı bilemedim, modern zamanlarda atalarının yaşadığı gibi yaşayan insanlara büyüden bahsetmek komik olurdu, okura göreyse bir büyü halesinin içinde gerçekleşiyor her şey. Modernitenin merceğine sahip bir göz değil anlatıcınınki, doğrudan ilk anlamı görüyor.
Müthiş, harika, dört dörtlük bir romanın nasıl katledileceğine değinip bitiriyorum. Durum vahimse bir iki hatayı incelerim en fazla, bu metinse tam bir facia. Çeviri korkunç derecede sorunlu, uyuşmayan çatılardan bağlaçların havada uçuşmasına sayısız aksama var. Çevirmen İngilizce biliyor -metni İngilizceden çevirmiş- ama Türkçe bilmiyor, bariz. Virgül terörü keza, bombastik bir italiklik, yani göz çıkıyor yahu, yazara ve metne hakaret. Her Şey Kaybolmadan Önce‘yle birlikte en üstte yer alır, o kadar kötü. Tekrar çevrilmeli ve sağlam bir düzenlenmeli, şu haliyle okunacak gibi değil.
Cevap yaz