Kureishi’yi London Kills Me‘yle bildim. Gecenin körü, CNBC-e, genç bir adam zar zor bulduğu yeni iş için ayakkabı arıyor. Punk değil tam, üç kuruşa muhtaç, serseri tayfayla sokaklarda takılıyor, tuhaf. On beş miyim o zamanlar, kafam basmıyor, sonuçta kıytırık bir ayakkabı yahu, bulursun? Anladım, ayakkabının ardında koca bir dünya var, adamımız aslında 1980’lerin sonundaki Londra’yı gösteriyor, basit bir arayış Big Bang gibi çakıyor da dünyaya dönüşüyor bir süre sonra, belli bir zamana ve yere. Amerikan gerçekçiliği bu anlatılanın arkasındaki enginliğe dayanıyor, anlatılmayıp sezdirilen bir genişlik. Ishiguro’nun bazı metinlerinde belli belirsiz izi var, organik organ pazarının romanında mesela, o dünyaya dair hemen hiçbir şey yoktur da anlatıcının öznel anlatımı vardır, nesnelliğin gölgesiyle birlikte iç içe yerleştirilmiş iki yapı. Kureishi benzer bir anlatıyı kurmaya çalışıyor ama başarısızlığı ikidir, ilki bilgi topaklarının okura ayrılmış boş alanları da ele geçirmesi, ideal olanın ortaya çıktığı bölümlerin ele geçirilen alanı aşikâr kılması da ikincisi. Nedir, anlatıcımız yaşlı bir yazardır, yeni vücudunu edinince “Leo” adını benimser. Bu vücut edinme kısmında adamımızı yönlendiren genç ama yaşlı arkadaş Ralph’ın -Yaşlı Leo’ya göre kesinlikle tanıyorlar birbirlerini, bakıştan anlaşılıyor, Ralph kim olduğunu söylese tamam da gizlilik esas, yeni vücuda zarar verecek hiçbir şey söylenemez- prosedürel bilgileri arka arkaya sıralaması, Yaşlı Leo’nun her riski alması ve işlemin deli uzmanlık gerektirdiği dışında başka hiçbir bilgiye gereksinmemesi, eh, yersek iyi. Beden kimin, önceki sahibi ne yaptı da bedeninden oldu, bu soruları sormayan Yaşlı Leo hem metni gerçeklik düzeyinin dışına çıkarıyor hem de adamımızın zekâsına hakaret ediyor. Gerçeklik düzeyinden kastım şu ki Yaşlı Leo’nun yaşlılıkla ilgili vecizeleri şahane, eşi Margot’la sürdürdüğü kaç yıllık evliliği detaylandırdığı bölümler şahane, kaskatı gerçek ve art alanı muazzam, sonra beden operasyonu bir geliyor, tekrar aynı anlatıma, gerçekçiliğe dönene kadar acı çektiriyor resmen. Nasıl düşünülmez o yeni bedenin yol açacağı tehlikeler, misal Leo ortalıkta fink atıp kendine âşık olurken birileri yanaşıyor ve dostuymuş gibi konuşuyor Leo’yla, meğer bedenin eski tanıdıkları. Aşırı risk. Dünya büyük ama o kadar yakışıklı ve nam yapmış bir adam için küçük, operasyon çok gizli olduğundan bu tür riskler cortlatıyor mantığı, hikâyeyi. Dünyada bu beden ameliyatını yapan, beyni bir bedenden diğerine transfer edebilen -bunun yol açacağı sayısız sorunu bir kenara bırakmaya hiç niyetim yok ama çıkamayacağım içinden, bıraktım gitti- üç beş doktor var, sonsuza kadar yaşama ihtimali belirmiş ve Kahtalı Mıçe’nin bedenine beynimizi aktarıyoruz, olmaz yani. Mevzunun yol açacağı etik, ahlaki problemlere şöyle bir değinilmiş de hukukun problemleri aşacağı söylenerek bağlanmış olay. Bunu da yiyelim, çünkü tüm bu aksaklıklar Leo’nun harikulade yaşamının yanında küçük tatsızlıklar olarak kalıyor. İlerleyen bölümlerde ameliyatla ilgili bir iki mesele daha var, Leo yeni bedenini altı aydan sonra geri verebilir veya yaşamına öyle devam edebilir, eski hayatına dönmeyen çok. Başka bir transfer bedenle karşılaşabilir Leo, karşılaşıyor, ikisi de birbirleri için büyük tehlike. John Oldman’ın 1700’lerde karşılaştığını söylediği adamı hatırladım, ikisi de otuz bin yaşında olduklarını söylerler çünkü aralarında tuhaf bir yakınlık kurulmuştur. Sabaha kadar konuşurlar, hikâyeleri tutarlıdır ama bir türlü emin olamazlar, acaba biri diğerinin hikâyesini müthiş bir yaratıcılıkla sürdürüyor olabilir mi? Neyse, Get Out‘un pamuk şekerli versiyonuna dönüyorum, harikuladelik tamamen Leo’nun genişleyen, anlatıldıkça ve gölgelendikçe büyüyen dünyasıyla, bu dünyanın anlatımıyla ilgili. Yunanistan’daki bir New-Age kampında kadınlarla yaşadıkları, arada erkeklerle yaşadıkları gençliğin toyluğuyla yaşlılığın deneyimi birleşince nelerin olabileceğini gösteriyor, usul usul anlatılan hikâyenin ilişkilerdeki arızaları ortaya çıkarma ve gizleme biçimleri pekiyi. Sonraki beden savaşlarını finale duyulan ihtiyaca bağlayıp bu upuzun öyküyle, hatta novellayla vedalaşırız, Kureishi’nin tam gerçekçi, eksiltili öykülerine geçeriz.
“Ağaçtaki Patırtı” tam bir bastırma öyküsü, Freud şapka çıkarırdı. Üç oğlanla cebelleşen Hintli babanın yeni dünyaya ayak uydurma çabası, memleketten bir arkadaşının suçlamasıyla köklerini unutup unutmadığını düşünmeye başlaması, ardından toplarının ağaçta kalması. Adam çıkmaya çalışır ama beceremez, çocuklarının verdiği gazı ziyan eder çünkü ucuz bir toptur sonuçta, tırmanmamak düşmekten iyidir. Ne olur, kızlarına hava atmak isteyen son model bir İngiliz ortaya çıkar, gevezelik edip tehlikeler atlatarak ağaca çıkar ve şöyle sıkı bir sallayarak topu aşağı yollar. “Artık bundan sonra ne zaman parka gelse bunu düşünecekti baba; başka bir yere uzanan yolda, yaşadıkları iyi bir şey hakkında düşünecekti.” (s. 171) Uyum sağlama sürecini tamamlanmış, aile yeni ülkeye entegre olmuştur, baba çocuklarını benimsemiştir, eşinin umursamazlığının işleri berbat etmeyebileceğine sevinmiştir, biçimsiz bilgilerin uyacağı öyle çok boşluk var ki okur istediğini seçebilir.
“Seninle Yüz Yüze” en temel korkulardan birini ele alıyor, doppelgänger mevzusuyla ilgili sayısız kabus gördüğüm ve Us‘ı defalarca izleyerek kendime işkence çektirdiğim için bu marşmelov öykü ödümü kopardı saçma sapan. Çok sıradan aslında, Ed ve Ann apartmana birilerinin taşındığını görürler. Klasik, iş gören başlangıç: kasabaya bir yabancı gelir. İki tane burada: çiftimiz üst kata taşınır, yatak gıcırtılarını duyan Ed ve Ann de yataklarını gıcırdatırlar. Çifti gördükleri zaman hikâyelerini biçerler hemen, kişiliklere oturturlar yabancıları. Kahvaltı mekanında denk geldikleri zaman aynı şeyleri yiyip içerler, gazetelerin aynı bölümlerini okurlar. O ne, yeni adamla kadının adları da Ed ve Ann. Kureishi aynılıkları ortaya çıkardıktan sonra anlatıyı Saramago’nunkilere evirmez, uzaklığı korur ve yeni çift geçici olarak başka bir ülkeye gittikten sonra bizimkileri çaresiz bırakır. Ed’in aklına gelen fikir bir arınma, tekleşme ayinidir adeta: Banyoya giderler, Ann soyunur ve küvete girer, Ed sürahiye doldurduğu suyu Ann’in saçlarına döker yavaş yavaş. Hiç paylaşılmamış bir eylem, suyun dökülüşü biricik.
“Güle Güle, Anne” kitaptaki en iyi öykü mü, biraz. Harry annesini alıp babasının mezarına gider, ilk hikâye bu yolculuk. Babanın şefkatiyle annenin umursamazlığı ve huysuzluğu bitmek bilmeyen bir çatışmaya yol açmış, Harry’nin kaskatı bir gerçekçi olmasına neden olmuştur, gazetecilik bu açıdan yaşam görüşleriyle örtüştüğü için Harry’nin mesleği haline gelir. Diğer yanda Alexandra var, Harry’nin eşi gerçekliğin sadece belli bir paradigmaya hapsedilemeyeceğini söyleyerek alternatif fikirleri tutar, zamanla eşinden uzaklaşır ve kendi serüvenini yaşamaya başlar ama aralarındaki bağ kopmaz, sönükleşse de sevgiyi yaşatmaya çalışırlar. Annesiyle yaptığı yolculuk, geçmişe dair sorgulamalar nihayet uyandırır Harry’yi, o sıra Tayland’da mistik bilimleri araştıran Alexandra’yı anlar. “Daha iyi bir yaşam yalnızca, Harry’nin bilinmedik deneyimler tarafından baştan çıkarılmak uğruna bilindik deneyimleri yüzüstü bırakmasıyla mümkün olabilirdi. Kesin olanın peşinden gitmek bir felaket olacaktı.” (s. 236) Harry determinist kafasını çıkarır, Alex’in bahsettiği sezgisel kafayı takmaz da ikisini tokuşturarak yeni bir bilinç düzeyi geliştirir, eşine mesaj bırakarak hep onun yanında olduğunu söyler. Etkileyici bir “aydınlanma” öyküsü. Tersine.
Diğer öyküler de başarılı. Bu kitabı nadiratın, elden çıkarmadığım kitapların arasına koyayım, şiddetle de tavsiye edeyim.
Cevap yaz