Cuntanın kıydığı akademisyenlerin isimleri değiştirilmiş, örneğin dilekçe üzerine dilekçe yazan, bütün hukuki haklarını kullanan, yine de kıyımı engelleyemeyip Afrika’ya gitmek zorunda kalan akademisyen Korkut Boratav olsa gerek. Uğur Mumcu da Kızılay’da bir yerde karşımıza çıkıyor, esas karakter Coşkun hızlı davranıp etrafını çeviren okurlarından önce Mumcu’yla konuşma şansı yakalıyor ve uğradığı haksızlıktan yakınıyor. Mumcu o “çamur” dekanı bildiğini, yazılarında onu da eleştireceğini söylüyor, o kadar etkili bir yazar ki el attığı sorunlar mutlaka gündem oluyor ve çözüme dair adımlar kamuoyu baskısıyla atılıyor o dönem. 1980’lerin tasfiye hareketlerinin akademideki yansımalarını, genel olarak da Ankara’nın durumunu romanda görüyoruz, isimler gizlendiği için kimin ne halt ettiğini anlamak için araştırmak gerekiyor az. Coşkun’un gençliğindeki hikâyeler daha açık, Hasan Âli Yücel’in teşekkür etmek için yanaşan gençlere uzaklaşmalarını, polisin takibinde olduğunu ve gençlerin fişlenmesini istemediğini söylemesi mesela, nasıl bir baskı ortamının oluştuğunu gösteriyor ki otuz yıl sonrası da en az o kadar kötü. Akademiye dair hikâyelerden bazılarına şöyle bir değiniliyor, anlatıcıya göre skandal ne kadar büyükse o kadar iyi gizleniyor, duyulmasında kıdem önemli. Öğrenciler belli bir kısmını biliyorlar, asistanlar daha fazlasını, daha yukarıdakiler her şeyi biliyorlar ve bildiklerine göre vaziyet alıyorlar. Sessizlik yani, profesörlerin tepeden indirilmesi, akademisyenlerin işten çıkartılması hiçbir tepki uyandırmıyor, anlatıcıya göre güruhun onda dokuzu tepkisini saklıyor, onda biri de yancı zaten, iktidar borazanı. “Çamur” öyle biri, Coşkun’un Fransa’da devam edeceği doçentliğine taş koyuyor, akademiyi çürütmeye başlıyor. Sonuç: konuşmayı bilmeyen, aslında pek bir şey bilmeyen insanların üniversiteye doldurulması. Aslında paralellik kurulabilir, Ankara’nın gecekondu mahallelerinde yaşayanlar köylerinden hısım akraba kim varsa getirip civardaki evlere yerleştirirler ki kavga gürültü çıkarsa hep beraber çullanabilsinler düşmanlarına, arka sağlam olsun. Komşunun bahçesine çökebilsinler, bakkalı yıldırıp dünya malı veresiyeyle alabilsinler, faydası çok. Üniversitelerde aynı soyadına sahip iki yüz insan çalışıyor günümüzde de, çeşitli kurumlarda vaziyet aynı, kısacası devlete bir gecekondu mahallesine çökülür gibi çökülmüş, köşesini tutan sülaleyi doldurmuş. Süper olay, gecekondu devleti. Evet. Coşkun da dilekçeler yazıyor, dava açıyor, Danıştay’dan Fransa’ya gidebileceğine dair karar da çıkıyor ama kararı uygulamıyor dekan, bu yüzden kavga ediyorlar ve hukukçu bir akademisyen abisine başvuruyor Coşkun. Abinin babası da akademiden uzaklaştırılmış zamanında, atadan malı mülkü olduğu için zorluk çekmemişler ama Coşkun gibi gecekondulardan gelenler için boyun eğmekten başka çare görünmüyor. Dekanla kavga etmesi bu açıdan tuhaf, akademisyen eşi Melike’nin de başını yakabilecek bir mevzuyu durmadan eşelemesinin temeli o kadar belirgin değil. Eskişehir’deki üniversiteye tayinini çıkartabilme şansı biraz tepeden iniyor açıkçası, ancak o zaman uğraşmayı bırakıyor ki bunda hukukçu abinin de atılmasının payı vardır herhalde. Dilekçedir, başvurudur kovalarlarken atıldığı haberini alıyor abi, aynı gün oğlunun ODTÜ’de asistan olarak işe başladığını, geleneği onun sürdüreceğini söylüyor şakayla karışık. Ne tutkudur, böyle bir ülkede akıntıya karşı kürek çekenlerin hikâyeleri bitmek bilmiyor.
Metnin kurgusu hoş, Coşkun dekanla tartışmasından bir süre sonra rastladığı, iki yıl boyunca orada burada buluşup birlikte olduğu Selda’ya son gidişinde kadının üçlü ilişki teklifinden iğrenerek çıkıyor evden, karşıdaki pastaneye giderek oturuyor ve Selda’nın çoktan eve aldığı adamın kim olduğunu görmek için beklemeye başlıyor. Beklerken çocukluğundan o âna kadarki yaşamını görüyoruz, köydeki yokluktan gecekondulardaki yokluğa, oradan kenttekine, iç burkucu anılar. Selda’nın işlevi bu anılara bir kapı aralaması ve kodaman eski eşinin para yedirerek yeni eşini üniversiteye öğrenci olarak sokması olsa gerek, tesadüftür ki Coşkun’un öğrencisi olacak o kadın. Başkaca bir bağı eli yok, belki akademisyenlerin parasızlıktan meyhane tuvaletlerinde sevişmek zorunda kaldıklarını göstermektir niyet, bilemiyorum, çok da bir ağırlığı olmamasına rağmen hikâyeyi uzattıkça uzatıyor. Diyaloglar da kötü üstelik, Selda eski eşinden şu kadar yıl küçük olduğunu, eski eşinin yeni eşinden bu kadar yıl büyük olduğunu söylüyor, Coşkun da bu durumun ÖSS’de yaş problemi olarak sorulabileceği esprisini yapıyor, öf. Köylülerin konuşmalarını Toprak Kovgunları‘nda yerelleştiriyordu Ateş, bu romanda rastlayamıyoruz buna. Köye dair “çombik”, “müşpaç” gibi sözcüklerden başka bir hava yok, Selda’yla köylüleri yeterince ayrıştıramıyoruz. Ayrıştırmalıyız, köyün başkalığı ve haliyle gecekondunun başkalığı dile, söze vurmalı az. Melike’yi de görmeliydik açıkçası, eşinin kendisini aldattığını bildiğine dair sezgileri havada uçuşuyor, Selda bir iki laf çarpıyor, Melike de Melike ama neredeyse hiç yok Melike, tezini yazması için eşini bir kez fişteklemesi dışında ne yaptığı belirsiz. Ağırlık merkezleri doğru ayarlanmamış metinde bence, Selda’yla Melike’nin alanlarını değiştirsek oturacak. Selda’nın evinde kaçak göçek sevişirlerken gürültüye uyanan Selda’nın annesinin salonu basmasını, Coşkun’un kanepenin altına gizlenmesini ve annenin kanepeye oturmasını gördüm, neden gördüğümü bilmiyorum, görmesem de pek bir şey değişmezdi. Anlatının anladığım istikametini saptıran şeyler bunlar, bence lüzumsuz.
“Gecekondulardan çıkan okumuş adam”la kaçıncı kez karşılaştım, kaçıncı kez aynı şeyleri okudum bilmiyorum, olay Ateş’in öykülerini de kapsadı bu kez. Bakalım, Coşkun’un annesi kan revan içinde kalasıya dayak yedikten sonra ailesinin evine sığınıyor, dönerse gâvur kızı olduğunu söylüyor ama eşi gelince tıpış tıpış dönüyor, Ateş’in diğer metinlerinde var. İşsiz babanın Coşkun’u takip etmesi, top oynadığını gördüğünde oğluna meydan dayağı çekmesi ve çıplak ayakla çeşmeden su almaya yollaması mükerrer, evin bir duvarının yıkılıp eklenen bölümü bakkala çevirmek, yengeye köle gibi davranmak var, annenin fayda görmediği evladını evlattan saymaması, daha da pek çok şeyi önceden biliyoruz fakat neden bu romanda da yer aldıklarını bilmiyoruz, Ateş öznelerin isimlerini değiştirerek aynı cümleleri kuruyor sanki. Öykülerinden birinde çalınan kuzusunu bulmaya çalışan küçük çobanın yaşadıklarını anlatıyordu, o çoban Coşkun’muş meğer. Hırsla oynadığı maçı kaybettikten sonra onurunu kurtarmak için geneleve giden biri vardı öykülerde, o da Coşkun’muş. Selda da Coşkun çıkabilir bir yerde, ben de Coşkun’umdur belki, hangimiz Coşkun değiliz biraz. Yani kendi metinlerinden kırkyama bir metin çıkarmış Ateş de önceki metinlerinde yer vermediği ayrıntılar hoş, mesela okumuş oğlanla okumamış ailenin yüzleşmesi dikkat çekiciydi. Çocukken kentteki manavın yanına verilen Coşkun’un kazandığı paraları gelip aydan aya alıyor ana baba, sonra çocuğa beş kuruş vermiyorlar, mesela bunun “kitapta” yazdığını söyleyen babaya cevabı yıllar sonra yapıştırarak ayetin devamında önce çocuklara bakılması gerektiğini söylüyor Coşkun. Köydeki ıstırap dolu yaşantılarına da ayrı bir bölüm lazım, defalarca başlık almak için kızının yuvasını bozup bozup duran anne tipini Dursun Akçam’ın Analar ve Çocuklar – Kanayaklılar‘ında geniş haliyle bulursunuz, okurken o kötülüklerden, hainliklerden aklınız başınızdan gider. Çoğunluk o kitaptaki insanlardır işte, büyük şehirlerdekiler onlardır, kasabalarla köylerdekiler zaten onlardır, üniversitede rastladıklarımızla iyi geçinmeye çalışırız ki yıllarımız yanmasın. Coşkun’un birkaç yılı yansa da rota değiştirerek, Selda’dan kurtularak hayatını düzene koyacakmış gibi görünüyor, Mustafa Kemal’in Ankara’ya ilk geldiği zaman efelerle buluşup oralarda dolanan İngilizlere gözdağı vermesinin hikâyesiyle biten romandan bunu anlamalıyız herhalde.
1980’lerde sonlanan otuz yıllık süreçte yaşananları içeriden bir gözün yardımıyla görmek isteyenler okusun, yoksa Ateş cephesinde yeni bir şey yok.
Cevap yaz