Ateş’in usulca öyküleri öyle tepeden çığırmaz, mevzuyu ortaya koyup etrafına yerleştirmez gerisini, acıya flaşör takmaz diyeyim. Şöyle, gündeliğin içinde bir iz, anımsatıcı bir şey, karakterin geçmişten bulup çıkardığı bir yoksunluk oradadır, hikâyeyi ele geçirmez de istikameti belirler. “Okuduğum Okulda” iyi örnek. Semih Bey kimdir bilmeyiz ve bilmeyeceğiz, anlatıcının mezun olduğu liseye müdür olarak atanması yeterli. Konuşurlar, Semih Bey anlatıcıyı okula davet eder. Büyük sevinç, on beş yıldan sonra çocukluğa dönüş gibi bir şey. Onca yılın derinliklerine gömülmüş birkaç şey açığa çıkacak, anlatıcı biraz da tedirgin. Aslında geçmişte çok zaman geçirilen bir yere gitmek istememeye, hatırlanacaklar yüzünden korkmaya ama yine de gitmek istemeye bir sözcük uydurulmalı, o korku için. İşte, anlatıcı liseye gidiyor ve önce gördüklerini betimliyor, esasa hazırlık. Çok geniş bir bahçe, muhtemelen büyük de bir bina, Ankara Atatürk Lisesi diyesiyim. Mekandan insanlara hemen geçiş, yüzler betondan daha fazlasını taşıyor. Kapıdaki görevli, Hüseyin Dayı’nın sattığı erikler sökün etmiştir, anlatıcı uzun uzun bakar ama karşılık alamayınca düşünür, zaten çok parası yoktu zamanında, kimse tanımaz. Yavaştan başladık, para-tanınma eğrisi ilk. Çocuklar top oynayıp bağrışıyorlar, anlatıcı izliyor. “Bahçeyi geçip 30 metre ilerideki okula giremeyeceğim neredeyse. Garip bir tutukluk. Cup! diye bir yer düşüvermişim, ama nereye?” (s. 104) Çocukların arasında hikâyenin dili, koşuyor, çekirdek çitliyor, karne günü sevincinden ağlıyor ve cebinde 25 kuruş olmasını istiyor, 15 kuruşa aldığı helvayla açlık kaç kuruş? Bir zil daha, liseliler çıkıyorlar, ortaokullular hurra. Saçlar kısacık, anlatıcının da kısacıkken Necmiye Hanım’ın sevgisine mazhar olması bu kez. Tırnak, saç, üst baş, öğretmen hemen örnek gösteriyor anlatıcıyı, diğer çocuklar “örnek kafa” koyuyorlar bizimkinin lakabını. Bütün bunları “gören” anlatıcı düşünüyor, o an bir top kaçsa da alıp atsa, mesela ne diyecekler? Koskoca doçent olmuş ama “amca”ya razı değil, “abi” demeyecekleri de malum, anlatıcı nedir, kimliğini nasıl belirleyecek çocuklar, hep muamma. İdeal olan yine kendiyle konuşmak, on beş yıl önceki hali geliyor o ara, geçmişin keşfedilecek çok yanı. Yasaklara uymanın yalnızlıktan doğması, sorun çıkarırsa kendisine yardım edecek güçlü bir baba, anne, her neyse, yok. Babasının okula gelmesini istemiyor çünkü yoksullukla ezilmişlerin bireyliği de yok, sessiz sakin yaşayıp ölüyorlar, bir iş bu. Nihayet zil çalıyor da küçük anlatıcı derse geç girmek istediğini söylüyor, ne olacak? “Sevilen, ardı bırakılmayan bir baba” olduğunu duyumsuyor anlatıcı, hoşuna gidiyor, çocukken yaşayamadıklarını sunan küçüklüğüne minnettar ama yine doğru olanı yapmak lazım, höytleyip sınıfına yolluyor çocuğu. İki cümleyle müdürün odasına geliyor, son. Hüzün, sevinç, ne varsa bir şeylere tutunmuş, olaya ve mekana karışmış da rastgele beliriyor anlatıcının bakışıyla, belki biraz yoklukta yoğun. Böyle bir öykü daha var, “Bir Şarkıyı Dinlerken” rüyalığı bir paragraf süren hoş bir yaşamın dönüştüğü kapanla ilgili. Ailesiyle birlikte Demirlibahçe’ye, karakolun hemen yanındaki binaya taşınan anlatıcı önce muhitin, evin güzelliğinden bahseder, güvenin yarattığı bir vaha. İkinci paragrafla tepetaklak: “Bir sabah uyandığımızda, hep polisleri gördüğümüz karakol bahçesini askerler doldurmuştu. İşe giden karım birkaç durak ötedeki okuluna varamadan yarı yoldan dönüp gelmişti. Askerler okul yok, demişler.” (s. 108) Anlatıcının oğlu küçük, okulu seviyor, sokağı seviyor ama çıkmak yasak, radyodan gün boyu yasağı söylüyorlar, kapılar yasağı çağrıştırıyor, hep kapalı, oğul duyduklarını sıralamaya başlayıp oyunlaştırıyor, kendini dizginlemeye çalışıyor: “‘Asker okul yok diyor… Asker bakkal yok diyor… Asker…’” (s. 108) Bunlar hazırlık evresi, Baran’ın hikâyeye girmesiyle öykünün güzergâhı tamam. Baran karşı apartmanda halası ve ablasıyla birlikte yaşıyor, hala ara sıra gelip Baran’ı yokluyor, abla ortalarda görünmüyor. Garip ama o dönem her şey garip olduğu için takılmıyorlar, oğulla Baran’ın evde oynuyorlarsa tamam. Baran’ın babası gizem, kaçak olduğunu söyleyenler var, avukatmış veya değilmiş. Oğul öğrenmiş, Baran’ın babasının adı da Kemal’miş, o da yazarmış. İlk benzerlik tamam da ikincisi biraz uydurma gibi geliyor oğula, anlatıcı oğlundan Baran’ın soyadını da sormasını istiyor. Öğrenince içi cız ediyor, oğluna Baran’ın babasının gerçekten yazar olduğunu söyleyip kitaplığa yürüyor, yurt dışına kaçmak zorunda kalan adamın kitaplarını buluyor hemen. Yıllar önce bir dost evinde karşılaşmışlar, saatlerce konuşmuşlar, anlaşamadıkları konular olmuş ama düşünceler uzaklaştıkça Baran’ın babası daha yumuşak bir insan oluyormuş. Buna benzer bir şey gördüğümü de hatırlamıyorum mesela, kurmacalarda tartışmalar aynı tonda ilerliyor da öyle mi olur, tansiyon çıkar veya düşer, geri adım atılır bazen, sonra yüklenilir, müthiş dinamik bir şeydir tartışma, değişkendir, bunu Ateş’in öyküsünde görmek iyi. Baran için de iyi, o günden sonra Baran daha sık gelmeye başlar, kayboldukları zamana kadar. Önce halaya sorarlar, sonra komşulara, askerlerin gölgesinin altında bütün mahalleyi dolaşırlar. Çocuklar kayıp, sıkıntı büyür. Anlatıcı karakola gider, komiser yan binanın balkonlarından birinde gördüğü adamı tanır ama daha gençtir sanki adam, durumu pek umursamadığı için boş laf etmeye meyleder. Anlatıcı üç saat içinde “o hale” geldiğini söyleyince komiser insanlığını hatırlar, kısa süre sonra çıkıp geleceklerini söyleyerek teskin etmeye çalışır ama anlatıcı korkudan korkuya sürüklendiği için dayanamayıp patlar, ağlayarak çıkar binadan. Uzunun kısası, yaşlıca bir adam kayıp çocukları ellerinden tutarak getirir, meğer Baran’ın babasını aramaya gitmişler, ta demiryolunun oralara hem de. Bunca şeyin bir anımsama olduğunu son paragrafta öğreniriz, zaman kapsülü bir şarkı olarak patlamıştır: “Güçlü, yumuşak bir kadın sesi herkesi gülümsemeye çağırıyor. Dolmuşta, takside, pastanede, kahvede bu çağrının ezgileri. Şarkının sözlerini Baran’ın babasının yazdığını benden öğrenince, nasıl da şaşırdı oğlum. Dün gibi anımsayıverdi on yıl önceki arkadaşlığı. Belli belirsiz bir suçlanmayla gözlerini kaçırdı bizden.” (s. 115) Baran’ın ne olduğunu da bilelim, uzak ülkelerin birinde artık, babasıyla.
Hikâyenin akışı bu iki öyküde ön plan, taşma tam yerinde, iyi öyküler de Ateş’in bazı öyküleri kolay komik, ucuz diyemem ama uçucu, anlık. “Erkek Gücü” fıkradan bozma bir öykü olabilir mesela, Nazan ve Canan iki dul arkadaş, aynı evde yaşıyorlar, bir gün kapıda kalıyorlar ve çilingirle uğraşmak istemiyorlar. Apartmandan birileri geliyor üç kez, adamlar kapıyı zorlarken eşleri hemen bağırıp çağırıyor, un mun almaları için bakkala çakkala gönderiyorlar adamları. Nihayet kapıcı geliyor, kodamanların beceremediği işi hallederek üstünlük duyacak. Ama nasıl, elindeki tornavida azmanıyla orasından burasından kanırttığı kapıyı omuzlamaya başlıyor, kadınlar çığlık çığlığa, kapıcı dan dun, hayatını o hale getiren kapıdan intikamını alacak. Büyük bir çatırtıyla devrilen kapıya bakışında zafer var, kadınlar olanları kıkırdayarak izliyorlar, sonra Nalan öykü boyunca pek sergilemediği aklını şak diye yapıştırıyor ve magnifik bir dersle bitiriyor öyküyü: “Asıl güven yok bu evlerde, diye boşluğa doğru bağırdı. Güven eksik bu evlerde, tuz, şeker, un değil.” (s. 121)
Çürük Kapı da var bu kitabın içinde, ikisi bir arada. Ben İmge’den çıkanını okuduğum için o öykülere dokunmadım. Ateş’in ikinci gruptaki öyküleri meh ama yukarıda değindiğim türden öyküleri on numara.
Cevap yaz