1970 Sait Faik Öykü Ödülü’nü kazanan Direğin Tepesinde Bir Adam, karayla bağları tamamen kopmuş gemi insanlarının yaşamlarına uzaktan yakından bir şekilde bakan öykülerden mürekkeptir ve o da ne, monitörümün yanında sırtını gösteren, Selimoğlu’nun bütün öykülerinin yer aldığı kitap: Gemi Adamları. Balıkçılıkla ilgileri yok, fırtına çıktığında pek kulak asmazlar çünkü gemi sağlamdır, marangozundan demircisine her biri işinin ehlidir, denizle elbet bağları sıkıdır ama Yaman Koray’ın, Balıkçı’nın, Sait Faik’in işaret ettikleri bağlar gibi değildir onlarınki, daha gevşek, uçucu bir yakınlık belki. İlk öyküde deniz bile yok cinsindendir mesela, hemen her öykü gemide geçer ama denizle ilgisi olmayabilir. “Yemek”: Kuzina kapısının önüne sıralanan tabaklara iri kepçeyle boşaltılan bir çorba vardır en başta, tam “öksüz doyuran” denen cinsten. Anlatıcı öyle bir anlatır ki o kepçeden dökülen fasulyeler kuzulara eştir, çorbadan tüten duman geminin bacasından çıkanı bastırır, öyle bir bolluk, zenginlik. Hem yemeğin hem anlatının zenginliği iç içe geçer, bir de bu zenginliğin sadece çalışan adama layık olduğu söylenir ki İdris’in zihninde devindiğimizi anlayabilelim, İdris’e göre işini iyi yapıp yorulan insan hak etmiştir o tadı, övüle övüle bir hal olan yemeği. Nedir, bir de hoşaf gelir ardından, anlatıcı cümleleri kısaltır, hareketleri küçültür, tayfanın odağını görürüz: hoşaf, çorba, kepçe, tabak, ekmek. En sonunda harfleri de ayırır anlatıcı, “a ğ ı z” ve “k a ş ı k” yoğuşan zaman mıdır artık, karakterin zamansallığında bir doruk mudur, nereye çekilirse. İdris dedik, genç bir gemiciye yemeğin iyi olup olmadığını sorar, anlatacağı hikâye için gencin ağzını aramaktadır. Üstten bakar azıcık, çocuğu kıvama getirince başlar: Ekmeği öğüre öğüre çıkaranı görmüştür, ekmek o boğazdan geçmeyi kabul etmeyince anlaşılır ki o insan kötü. Yıllar önce Rize’de görmüş İdris, küçükmüş, babasıyla bir lokantada otururken kötülüğüyle meşhur bir adamın boğazından geçmeyen ekmeğin ölü ekmeği olduğunu anlamış. Alt küme hikâye, o adam altın bulmak için olmadık kötülükler yapmış, zengin olmuş da cezasını ekmek vermiş, öyle olurmuş çünkü. Anlatacağı bir şey kalmayınca arkadaşı Ali’ye salça oluyor bu kez İdris, omza bir şaplak, öykü tamam, üstelik sonraki öykülerde karşımıza çıkacak iki karakteri de tanıdık. Gemide çok uzağa gidemiyoruz tabii, tayfa belli, bir karşılaştığımızla mutlaka tekrar karşılaşacağız. Hepsi bir çıksın ortaya, “Beş Kepçe Üzüm Hoşafı”nda Kadir ile Hüseyin’in dövüştüğünü duyan Mehmet Kaptan fırlıyor kamaradan, olay yerine geliyor ve ağır ağır oturuyor. Çıt çıkmıyor, gemiciler çember olmuş. Sakin sakin konuşuyor Mehmet Kaptan, yemeğin fazla geldiğini söylüyor, sonra birilerini halat bulmaya gönderiyor, boya getirtiyor, halat çektirecek de öfkeyi dindirecek. Çizginin çekilmesi, kurallar tamam, gergin bir ânın hızlı, düz aktarımı. E canavar gibi adamlar bunlar, iki taraftan asılıyorlar ama yenişemiyorlar, kalıyorlar öyle. Ahçıbaşına gidiyor Mehmet Kaplan, fiskos, hoşafı çok seven Kadir’e ünlüyor ahçıbaşı ki iyi bir çekelesin, kazansın, beş hoşaf fazladan. O an bitti yarışma. Bu bir olayı çevreleyen basit ve iyi bir öykü, normalde Selimoğlu illa bir yerden işler, geriye bakar, sağı solu gösterir, hikâyeden hikâye doğurur ama bu öyküde hiçbir şey yapmamış, o da güzel. “Bulucu Hızır Salim” benzer bir yapıya sahip, çerçeveye olay yerine karakter alınmış bu kez. Bir iki sapma var gerçi çizgiden, az. Selimoğlu’nun öykü huylarından biri mi demeli, karakterin anlattığı bir meseleden ibaret bu. Mehmet Kaptan anlatıyor, Ohannes Efendi dinliyor, denizin dibinde bir dükkânın sahibi Hızır Salim modern çağın Hızır’ıymış da lakabına yakışırmış. Daha yeni kaptan olan Mehmet Kaptan’a iş teklif etmişler de geminin demirini kestirmişler, demir bulunsa hemen sefere çıkılırmış ama savaş yılları, gemi malzemesi kıt, demir hiç yok zaten. Bütün gün taban tepmiş Mehmet Kaptan, sorup soruşturmuş, yok kere yok saymış da Selim’le karşılaşmış sonra. Tuhaf bir adam bu Selim, Abdülhamit’in hafiyesi miymiş, ajan mıymış, türlü söylenti dönüyor etrafında. “Deyyus” öyle bir adammış ki yerden bitiverirmiş, sıkıntısı olana yanaşırmış, Mehmet Kaplan da bu “deyyus”u aşağılamak istediği sevdiklerine söylermiş de cuk oturturmuş. İşte, bir yerden çıkıvermiş Selim, o meşhur sırıtışıyla dikilmiş Mehmet Kaplan’ın önüne. İnsanların çaresizliğini dinlermiş, azıcık böbürlenirmiş şöyle, sonra bulunamayacak olanı bulurmuş. Üç otuz paraya bırakırmış üstelik, delirmemek elde değil, Mehmet Kaplan belli ki her hatırladığında sinirleniyor, şükran duyuyor, bunu da hikâyeyi anlatırken yükselip alçalmasından anlıyoruz, bir de gevezeliği var ki bir hikâye gerçekten böyle anlatılır birine: laf uzatılır, döndürülür, daraltılır, orasından çekilir, burasından itilir, dinleyeni sıkar, heyecanlandırır. Gerçi bu Mehmet Kaptan da az değildir hani, “Açıkta Kalmanın Sınırında”da görüleceği üzere ne tilkidir, Salim’i anlatırken sinirini tepesine fırlatan davranışın bir benzerini sergiler. Öfkesinden patladı patlayacaktır bu öyküde, güverte lostromosu yaptığı Eyüp’ü haşlamaktadır. Nedir, geminin demir tarağı ters dalga yüzünden kurtulmuştur, gece vakti bir herifin teknesine bodoslamadan gümbürt. Kaptan haşlıyor, haşladıkça haşlıyor, Eyüp’ün boynu bükük. Kaç yaşında adam bir de, sakalı gemilerde ağartmış, başka bir gemide çalışmak istemiyor çünkü Kaptan’la birlikte başlamış işe, yirmi yıldır birlikteler. “Peçiy ben ne ederum bağa yol verilurse? Ben sana alişmişum…” Eyüp yalvarmaz, kendine yakıştırmaz el etek öpmeyi ama rica etmekten de geri kalmaz, sert bir deniz adamının düştüğü ikilemi ne şahane yansıtmış Selimoğlu öyle! Kaptan’ın rahatlayarak bir sigara yakması tuhaf biraz, deniz kazasından sonra tek sorun Eyüp’ün kaderi olmamalı sanki.
“Direğin Tepesinde Bir Adam” zirve öyküsü değildir belki, kalan birkaç öykü de iddialı ama finaliyle, anlatımıyla dört dörtlük bir öykü olduğundan bahis konusu son öykü olsun. Eyüp’ün haykırışlarıyla açılıyor, pruva direğinin tepesindeki adama inmesini söylüyor Eyüp. Mehmet Kaplan yuvarlanıp geliyor adeta, bakıyor ki Şükrü tepede, öyle duruyor. Geceden çıkmış, inmiyor. Diyalog sürüyor bir yandan, hemen inerse hiçbir şey yapmayacağını söylüyor Kaptan da oradan inmeyi gözü kesmiyor Şükrü’nün, sabaha karşı o kafayla çıktıktan sonra inecek cesareti kalmamış. Bahane, esas derdi Eyüp’ten tek bir şey duymak. Biraz daha geriye gidebilsek Eyüp’ün babalanıp Şükrü’ye rezil bir gemici olduğunu söylediğini duyacağız, öykünün sınırı gereği duyamıyoruz da anlıyoruz, böyle olmuş. İyi bir gemici olduğunu söyleyecek Eyüp, Şükrü iyi bir gemici, o zaman iş tamam. İnat ediyor Eyüp, söylemeyecek, Kaptan ne kadar silkelese de söylemeyecek çünkü doğru değil, “yarım adam” Şükrü düşüp kafasını kırabilir. Ya da söylediği gibi yapabilir: Dedesi direğin tepesinden denize atlarmış, geminin altına girip öbür taraftan çıkarmış bir de, müthiş bir gösteri! Eyüp’le dede eski arkadaş, Şükrü’de o kumaşın olmadığını bilen lostromo hemen karşı çıkıyor. Kaptan da karşı çıkıyor çünkü dedelerin yediği ekmek gerçek ekmek, yediği fasulye gerçek fasulye, artık her şey soluk ve tatsız olduğu için Şükrü beceremez.
Selimoğlu’nun öykülerini bir kez daha öveyim de son paragrafı alıntılayarak koyayım noktayı: “Bütün güvertedekiler; Mehmet Kaptan, Eyüp Reis ve öteki gemiciler, başlar bir bir arkaya, gözler bütün bakışları direğin tepesine mıhlıyor. Güneş daha yükselmemiş öyle pek, ama yine bir aydınlık ki yukarılar hani bir aydınlık, mavi beyaz bulutlar ve Mehmet Kaptan gözleri kamaşarak bakıyor. Yukarıda, direğin ta tepesinde bir hareket mi ne, direkten ayrılan bir karaltı mı yoksa, gözler ne de kamaşıyor.” (s. 45)
Cevap yaz