“Konuşan Sahil”: Paul Valéry’nin bir metninde Sokrates sahilde tek başına yürüyor, kendi kendine retorik paralamaktan bıkmış olacak ki ayağına takılan nesneyi tanrıların, söylencelerin dünyasına çekiveriyor. O zaman da atıktı, şimdi de atıktır o nesne, bütünün yapısına uymamaktadır, ait olduğu yerden ve bağlamdan koptuğu, yeri ve bağlamı bilinmediği için göze batar. İşleve sahip olması atığı atık olmaktan kurtarmaz, ömrü tükenince ölümünün ötesinde var olmuştur, sebep olduğu sıkıntının sebebi öldüğünün ve hiçbir işe yaramayacağının bilinmesidir. Sokrates nesneyi alıp denize fırlatır, pırıl pırıl yaptığı sahilde yürüyüşüne devam etmiştir sanıyorum. Nesne ne olmuştur, 1990’lara kadar yaşayabildiyse(!) okyanusun ortasında denize düşen konteynerlerden fırlayan ayakkabılara dönüşmüştür, aynı yıllarda bir başka faciadan sağ kurtulan oyuncak ördeklerden biridir artık, dünyayı dolaşabilir veya bebek arabası olmak istediyse denizin dibine çökebilir, balıklara evdir artık. Atıklık yere ve zamana göredir, orada olmaması gereken bir şey atıktır. İnsandır atık, “uygarlık dışkılarından yapılmış devasa bir yuva”da yok olmayı bekler, neyse ki ürettiği plastik kadar uzun süre dolanmaz buralarda, kıyasla hemen çürür. Günther Anders insanın eskimişliğinden bahsederken insanlığı dansından televizyonuna hemen her şeyle sınıyor ve ihtiyarın sırtını pışpışlayıp “İyi kötü yaşadın be ihtiyar, şimdi yok ol” deyip fişi çekiyordu. “Yok olup gitmiş çağlara dair tefekküre eşlik eden heyecan, çaresizlik, hüzün ya da bitmek bilmeden hızla akıp giden zaman nehrinde yerimizi fark etmenin yarattığı sarsıntı.” (s. 15) Metro istasyonlarından bahsediyor Thill, onca çöpten ve tükenmişlikten. Kapitalizmin atık olduğuna inandırdığı insanları düşünüyorum, metrolarda intihar edenleri, su kanallarında akan kanı.
“Çöp Arkadaşlar/Sekme Fazlalıkları”: Dead Horse Bay kendi zamanından attığı bir çengelle geleceğe tutunabilen atıklarla, şişelerle dolu. Birikim işe yarar bir şey çıkarmaya muvaffak olunca atık hayata döner, sıradanlıktan kurtulur, tabii artık paramparçadır ve her parçası ölmeyi beklemektedir. Koleksiyoncu, sanatçı, şişelerle ilgilenen kim varsa çöplüğe gidip aradığını bulmaya çalışır, bir zamanlar azıcık önemsenmiş veya hiç önemsenmemiş eşyaları eşeler, belki bir önceki gün içtiği kahvenin kartonu yüzünden gözden kaçıracaktır aradığını. “Petrolün tavan yaptığı çağa gelmişsek, plastiğin ve bireyciliğin de zirve noktasına ulaşmışız demektir; ama buna rağmen tıpkı Tantalos gibi daha fazlası için feryat edip duruyoruz.” (s. 28) Petrole bulanmış hayvanlar çırpınırken atık görünürdür de Bangladeş’te insanları baştan ayağa kapladığında görünmez. Martılar çürürken plastik atıkları nihayet bünyesinden atar, anne sütünde rastlanan plastik atılamaz. Orada olmaması gereken şey tekinsizliğe yol açar, anne sütünün tekinsizliği ne yazık ki son nokta değildir. Atığa dönüştürülen klonlarla ilgili filmler. Birinde adaya, diğerinde yuva görünümlü hapishaneye kapatılan insanlar ortadan kaldırılmaya çalışılan müstakbel çöpler. Bazen kurtulan biri ortada dolanıp durur, bir poşet uçuşur da devinimiyle filmler açılır, dallara takılanları dünyayı ne hale getirdiğimizi gösterir. Dijital ormanın dallarına takılanlar da günden güne çoğalır, Thill sekmelerden tweet’lere depolaya depolaya bir hal olduğumuz dijital atıklarımızı anlatırken Citton’ın “yeni dikkat ekolojisi”ne dikkat çeker, bir gün kullanılmayı bekleyen bilgi dağlarının yarattığı bezginlikten söz eder. Okunacak, dinlenecek, izlenecek şeyler enerjiyi yine tüketir, dünya başka türlü kirlenir bu kez, elektrikten veya kafa yorgunu insandan. Hafızamı somutluğa tıkmak zorunda değilim, artık bir tuşla silinebilecek kadar hassas bir ortamım var. Kendimi ansızın silebilirim, üstelik birinin yok etmesi gereken bir atığa dönüşmeden. Dijital istifçiler düşünsün, hiçbir şeye zamanlarının olmamasına rağmen zamanlarının her şeye yeteceğine inanmak için sanal nesneleri üst üste yığıp altında kalanlar. Ne yaptığımızı değil, ne yapmak istediğimizi kayıt altına almak bir şey yapmış olmanın yerine geçiyor. Her şeyin anlamı soyuta kayıyor: “Bu mihenk taşları, Proust’un madlenleriyle aynı potansiyele sahip. Bir hatıranın, arkadaşınızın geçen yıldan kalan bir tweet’inden ibaret olması, onun derin bir çağrışımsal ve tarihsel değer taşımadığı anlamına gelmiyor.” (s. 39) Bu tarihsel değerin ömrü ne kadar uzun? Genç bir adamın, yıllar önce oynadığı oyundaki silahın JPEG formatındaki resmini görmesiyle binlerce sayfalık bir metin yazdığını düşünüyorum. Pardon, binlerce dakikalık YouTube yayını yaptığını.
“Uzaydaki Domuzlar”: Güneş’e ayarlı koca bir sapan, bütün çöplerimizi paketleyip gönderiyoruz ve sorunu çözüyoruz. Atmosferin dışında bir zımbırtıya çarpıyor paket, çöpler saçılıyor, gezegenimizi çevreleyen çöpkuşağının bir parçası artık. Uzayda bıraktığımız çöpler uçuş güvenliğini tehlikeye düşürecek kadar fazla, bu konuyla ilgili çalışmalar yapılmış hatta bir kurum çöplerin önemli bir kısmını temizlemiş ama atmaya devam edeceğiz çünkü uzay sonsuz. Göllerin, sonrasında denizlerin de sonsuz olduğu düşünülüyordu, su çözerdi de bütün dertlerimiz biterdi. Son yazıda anlatıyor Thill, ABD’deki ilaç sanayisinin civardaki göllere karıştırdığı kimyasal maddeler yüzünden gölden bir avuç su içen insan kaç doz Prozac almış olur acaba? Neyse, uzaydayız şimdi, gemideyiz ve etrafın tertemiz olmasından işkilliyiz az. Aşırı temizlik, tertemizlik de kir kadar anormal gelmiyor mu, Thill’e geliyor. Çöpümüze o kadar ait değiliz ki hemen kurtuluyoruz ondan, kurtulunacak bir şey bırakmamak en temizi. Pandemi zamanı ellerini yıkamaktan yara eden insanlar, evinin kirini pasını evden gören insanlar. Necati Tosuner hariç, o salonunun tozunu bile kendinden bilir ki odamın tozuna bakıp keyif aldığım için suçluluk duymaktan kurtardı beni, çok yaşasın. Sonuçta Hurda Şehir fenomeninin mikro ölçülerdeki versiyonlarında yaşıyoruz, birkaç yıl içinde tedavülden kalkacak elektronik eşyalarımızla ne yapacağımızı bilmemekten pek de mustarip değiliz, aslında hiç düşünmüyoruz bunu. Uyarı: “Yörüngemizdeki görünürde önemsiz enkazın izlediği tehlikeli yok, bu enkazı bengi dönüş tehdidini mecaz olmaktan çıkaracak türden bir insan yapımı atık haline getiriyor.” (s. 52) Tozu benimserim ama elektronik atıkla özdeşim kurmak, bu patolojik.
“Milyon Yıllık Panik”: Çölün ortasında tellerle çevrili bir alan. İyi korunuyor, iyi kazılıyor, Kızılderililer kendi iyilikleri için kovulmuşlar adeta. Radyoaktif atıkları yerin dibine gömüyoruz, uyarı sistemlerinin çalışmasını umut ediyoruz ve kimsenin oralardan geçmemesini, deprem olmamasını, o atıkların ortaya çıkmamasını diliyoruz çünkü milyonlarca yıl sonra bile tehlikeli olacak. Çöle gömülen başka atıklar da var, uzay çöplüğündeki elektronik zamazingonun dünyamızdaki versiyonu. Zamanında çöle gömüldüğü söylenen oyun kartuşlarının şehir efsanesine dönüşmesini Steven Spielberg’ün yarattığı nostalji kültürüne bağlıyor Thill, Atari konsolu ve E.T. güvenli bir liman olarak beklerken çağın kıskacından kurtulmak isteyenler geçmişe dönmeye çalışıyor, akı kapasitörünün uydurma olmadığını düşünenlere kim ne diyebilir? BİM’de daha geçen haftalarda satılmadı mı bu nane, şahsen kendi Atari’mi ve rengârenk kasetlerimi yatağımın altında saklıyorum çünkü o elektronik atık başka bir şey istiflememem gerektiğinin yanında bir zamanlar hiçbir şey istiflememe gerek olmadığını hatırlatıyor. “Zamanın pop kültürü enkazı”nın bir kucağa, güvenli alana dönüşmesi ne kadar da kısa bir sürede gerçekleşti öyle, abim de Amiga’yı alıp götürdü bir süre önce, en son disket arıyordu.
Depolardan çıkan eşyaların tüketim toplumuyla ilişkilerine değiniyor Thill, evini çöpten dağlarla çeviren, evinde çöp dağları türeten insanların tarihi nasıl etkilediklerini anlatıyor. Bu atık konusundan çok şey çıkar da son bir benzetme yapacağım: Yer Açın! Yer Açın!‘daki insan dağlarıyla Wall·E‘deki çöp dağları.
Cevap yaz