Bir tat, bir şey var, devam ediyor, sonrası yavan. Şu “iyileri öne” numarasını görünce sinirleniyorum, pazarda en öndeki mandalinalara kanmışım gibi. Okumayı orada bırakırım ama bırakamıyorum da, belki yine iyi bir şeye rastlarım. Sıradan yahut aksayan öykülerin bir şey kazandırması lazım, ziyan yoksa. Kazandırıyor ama madem öyle, iyileri sona bırakıyorum. “Çello Ölmek İçin Bize Geldi” bir çocuğun ağzından anlatılacakken o hengâmede bir şeyler olmuş, kablolar kısa cümleler kuran bir makineye bağlanmış gibi gözüküyor. Bu çocuk anlatıcının kullanımı tam bir sınav, henüz olgunlaşmamış bilişsel yapının zenginliğini bilmek için gelişim psikolojisi çalışmaya gerek de yok aslında. Sekiz yüz beşinci kez Alleben Öyküleri‘ni salık verebilir miyim? Bu öyküde Çello ölmeye yatması için anlatıcının evine getirilir, bakımını ev ahalisi üstlenir tabii. Çocuğumuz bir gün Çello’nun -aslında Çüllo, çocuk Çello diye belliyor, çellonun ne olduğunu da çok kitap okuduğu için muhtemelen biliyor- hayatını kurtarınca aralarında bir sıcaklık, tatlı bir muhabbet. Türküsünü yazdırıyor Çüllo, çocukları bile bilmezmiş. Öldüğü zaman öykü bu türkünün sözleriyle bitiyor. Almayacağım, sadece bir noktaya değineceğim: 11’li hece ölçüsüyle yazılmış dizelerin arasında 15 hecelik dizelerin ne işi var? Çüllo nasıl söylüyordu, çocuk camı açıp dağa taşa söylüyor da nasıl söylüyor? Prozodi harikası bir türkü. Tuhaf. Makineden nağmelere örnek: “Nasıl oluyorsa ben de, ne kadar uyuduğumu anlamadan sıçrayarak uyanırım. İşe gider gibi hazırlanırım. Annem beslenmemi koyar çantama. Kahvaltıyı hazırlar. Ablam da süslenip biçki dikişe gider.” (s. 84) Böyle gidiyor.
“Martta” deniz kıyısından bir hikâye sunuyor, balıkçı kahvesinden. Rumlar, Türkler karışık. Çocuğun teki KPSS’ye hazırlanıyor, karakterler replikleriyle öne çıkıyorlar. Fırtına var, havaya ve havanın çağrıştırdıklarına dair detaylar. Ahali Yorgo’yu bekliyor, doğum gününü kutlayacaklar. Motosiklet sesi, Yorgo gelince Vasili arkadaşına kaç olduğunu soruyor, kendi yaşını incirden sonra unuttuğunu söylüyor. Buraya kadar sıkı sıkıya kurulmuş, başarılı bir atmosfer var, sonra gökten zembille inen, parantez içindeki bölüm bıçak gibi kesiyor örüntüyü, Vasili’nin incir ağacından nasıl düştüğünü, iktidarsızlık sorununu haber diliyle anlatıyor. Niyeyse. Bu bilgi topağını kaldıralım mesela, kalkmayacaksa diyaloglara yayalım, ne güzel. Sonra elektrikler gidiyor bir ara, Uslu pek sevdiğim detaycılığını konuşturuyor: “Vasili kadehleri doldururken birden elektrikler kesildi. Tren lokomotifi gibi gürüldeyen sobanın ağzından alev çıkıyordu. Kedi boş sandalyenin ayakucuna yerleşti, başını ön bacaklarının arasına alarak uyudu. Dolunayın ışığı pusluydu dışarıda. Ağaçların yapraklarının hışırtısı içeride duyuluyordu.” (s. 78) Şu inşayı bir iki öykünün temelinde görüp klişe başlangıca katlanmak zorunda kalıyoruz da buraya cuk oturmuş, nokta atışı. Kutlama var, karakterlerin algı hassasiyeti yüksek, şak diye giden elektrik bize ne verir? Dikkat edilmeyenleri. Şaşkınlık nidası var mı yok mu bilmiyoruz ama seslerin azıcık kısılabileceğini varsayabiliriz karanlıkta, yaprakları duyarız. Hareketler daha bir dikkat çeker, kediyi gördük. En başta sobadan çıkan alev var tabii, ışık. Odak dışarıdaki ışığa da kayıyor, sonra ağaçlara, içeriden dışarıya sırayla. Maharet bu, birkaç öyküde denk gelebiliyoruz. Uslu nesnelerin devamlılığına dikkat ederek gerçekçiliği artırıyor bazı, mesela toprakla uğraşan adamın yaktığı sigaranın paketi bir süre sonra çukurun içine düşüyor, adam paketi alıp kenara atıyor, içeri gittiği zaman sigara içmek istiyor ama paket attığı yerde kalmış. Yoğunlaşmanın doğrudan karaktere, dolaylı olarak akışa etkisi var, ölçeği büyütüp küçültmek başarıyla kullanıldığında iyi teknik ki Uslu’nun öykülerindeki en sevdiğim yan muhtemelen. Öyküdeki ilk bölüm böyle, ikinci bölümde Yorgo’nun yaşam muhasebesine bakıyoruz ve italik bölümlerin gökten zembille inen bölümden farkını anlamaya çalışıyoruz, ses aynıysa niye iki farklı biçim? İkinci bölüm ilkinden ayrı bir kesit öyküsü adeta, ilk bölümün dinamizminden sonra müthiş bir ağırlık. Yorgo’nun yalnızlığını dağıtan bir telefon görüşmesiyle, hatta görüşmeden sonra Yorgo’nun izlediği örümceğin ağına dönmesi ve Yorgo’nun gülümsemesiyle sona eriyor öykü. Örümcek, ağ, gülümseme? Eh, bitsin de.
Hani en iyi öyküye en kısa öykü diyesiyim, hesabı kitabı en tutan. “Yük”te kanadı kırık martının düşüşünü üç perspektiften görüyoruz, ilk paragraf Barba Yorgo’nun evinin taraçasına düşen martının durup dururken düşüp düşmediğine dair soru. İkincisi ay, gün belirtiyor, akşam seferinden dönen geminin adaya bıraktığı insanları gösteriyor, martının taş zemine düşme sebebine dair soru. Üçüncü paragrafta sokaklar, evler, asma kilitler, sardunyalar, Yorgo’nun pişmiş toprak saksılardaki sardunyaların dibini paslı bir bıçakla havalandırırken düşen martıya yaptığı. Bu öykü Görme Biçimleri‘ndeki şahane bir eseri hatırlattı, konudan çıkayım az. Sergiden bahsediyorum, Tunus veya Fas’ta çekilmiş yüzlerce fotoğraf arka arkaya sıralanmıştı. Deniz kenarında taştan, eski bir saha, çocuklar basketbol oynuyorlar, etraflarında genç yaşlı insanlar var. Fotoğraflar aynı ânın yüzlercesini gösteriyordu, biri tepeden çekilmiş, biri uçan kuşa odaklanmış ama kuşu izleyen çocuğu da almış, biri çocuğun yüzünün detayı, biri bilmem ne. Nasıl anlatırım bilmem, öyle yüz ifadeleri, sahneler, manzaralar vardı ki ağlamıştım, çok güzeldi. Onlardır bu öykü, tastamam. Sanırım en beğendiğim öykü bu, evet.
“Kasabanın Bereketli Toprakları Acıdığında” ilk öykülerdeki bulduruculukla başlamış gibi görünüyor, Doç’la Sadi’nin bir iş peşinde koştuğunu anlıyoruz da işi anlamıyoruz. Uslu yine bir yerlerden bir şeyler verecek veya vermedikleriyle kurduracak diye düşünürken kocaman bir topak tıkıyor önümüzü, yine akışın dışına savruluyoruz ve Sadi’nin taşı bulma hikâyesini öğreniyoruz, böylece en baştan beri gizemini koruyan taş, karakterlerin gizemli davranışları şak diye anlaşılır hale geliyor. O zaman onca örtüye ne gerek vardı diye düşünüyorum, sonda bir şalala bekliyorum ama o da yok, antik taşa bakmaya gelen iki adamın yanına yürüyen laço tayfanın tepesine yağan yağmurla bitiyor öykü. Örümcek yürür, yağmur yağar, bakayım, kestaneli pasta masanın üzerinde bekler, kamera bir cismi veya karakteri gösterir, fade out. “ETKE Grubu” anlatıcının hitap ettiği, anlattığı hikâyede yer almayan birine anlattığı etkinliktir, yazmaya meraklı orta yaşlıların yer aldığı gruptaki ilişkilerle ilgilidir, bahsetmeye değer pek bir şey yok. “Güvercinlerime Dokunma” da aynı tarifeden.
“Karda Mercanlar” iyi öykü mesela, “Taşın Rüyası” ve “Büyük Kızlar Ağlamaz” da görece iyidir. İlkinde pek belirginleştirilmemiş ilişkilerin odağındaki karakterlerin yalnızlıkla ve yaşlılıkla boğuşmalarını izleriz, yaşanamayanların hikâyeyi de eksilttiği malumdur. Bunlar Uslu’nun okura güvenerek yazdığı öyküler sanıyorum, diğer öykülerdeki gibi boca etmiyor bilgiyi, azar azar veriyor, araya dereye gizliyor veya hiç vermiyor, bağlantıyı kurmak okura düşüyor. İyi bir şey. “Büyük Kızlar Ağlamaz” üç meseleyi birbirine bağlama biçimiyle iyi, anlatıcının değişmesiyle eh. Depremden sağ kurtulmuş karakterlerden birinin yıllar sonra yaşadığı ev ve çadırkentteki yaşamı, birlikte yaşadığı sevgilisinin balkonu kapatma isteğinin yarattığı sıkıntıyla yıllar öncesinin açık ama korku veren alanlarının ilişkisi, belli belirsiz teyellerin bu iki zamanı bir rüyayla bağlaması, başarılı. “Taşın Rüyası” anlatıcının bir kazı bölgesinde tanıştığı Anadolu’yla imtihanı denebilir, küçük kızların tacize uğradığı ve erkeklerin erkeklik yaptığı herhangi bir yerde geçen sıradan, anlatım biçimiyle sıradanlıktan çıkan hoş bir öykü.
Uslu’nun ilk kitabı, sahafta denk gelinirse alınabilir.
Cevap yaz