May Yayınları’nın toplumcu damarından kopup gelmiş bu kitabı 1960’ların hızla değişen Türkiye’sine açılmış bir pencere olarak görebiliriz, Arpad’ın öyküleri işçilerin kapitalizmden sağ çıkma çabalarına eğilirken alt sınıfın bir başınalığını, sermaye karşısındaki güçsüzlüğünü de tespit ediyor. Bunu camı çerçeveyi indirerek yapması dert, Arpad öyle bir gösteriyor ki okurun gözünü çıkarmak istiyor adeta, hani kirli gerçekçilik desek hiçbir kir bu kadar batmaz, rahatsız etmez. Karakter diyemeyiz, ideolojik tipler her öyküde karşımıza çıkıp borazanlık ederler, kötüler elde viski bardağıyla dolanırlarken iyiler öyle boynu bükük kalırlar. Kalsınlar da öykünün en ilkel formu var elde, okurken baş ağrıtıyor. Başından sonu belli bir zaman çizgisi, dümdüz dil. Oyunu geçtim, geriye veya ileriye bir iki zıplama olsaydı, bir şey olsaydı yani. Kirli değil de kaba gerçekçilik belki, pek yontulmamış, öylece. Arpad’ın anıları ne güzeldir oysa, eski İstanbul’u ne güzel anlatır, aynı başarıyı öyküde neden gösteremediğini düşünüyorum, bulamıyorum. “Hakan’ın Gözleri” diyelim, iridir, parlaktır, Hakan’ın sağ ayağı bu güzelliği hemen yok etmese görme biçimleri üzerinden rahatlıkla yürüyebilecek bir potansiyele sahiptir gözler, hemen kaybolur ortadan. Ayağa bir sürü tel ve ince demir takılmıştır, annesi Hakan’ı ara sıra hastaneye götürmeye çalışmaktadır ama Topkapı’ya gitmek dünyanın parasıdır. Otobüste hikâyeyi anlatır, öykü bu anlatımın üzerine kuruludur. Baba yok, doktor randevusuz bakmıyor hastalara, evi zaten kıt kanaat geçindiren annenin ne geceden randevu alabilecek ne de muayenehaneye götürecek durumu vardır. Çocuğu denize götürmeyi salık vermişlerdir de “Kâğıthane köyü”nden Florya’ya gidecek paraları dahi yoktur, zaten yaşlı bir adamın çamaşırlarını yıkamaya gidiyorlardır o sıra. Otobüsten inerler, sekiz katlı bir yapının inşaatının yanından geçerler. Gözleri asansör firmasının adına, “Hakan”a takılır. Bir Hakan zar zor yürürken diğeri insanları üst katlara hızla çıkaracaktır. Hakan’ın gözleri parlak bilyalar gibidir, laciverttir, nitelikler tekrar sayılır, asansörün niteliği de peşinden gelir ve öykü biter. Zıtlık pek vurucu değildir, şehrin koca bir şantiyeye dönüşmesinin nüvelerini bulmak iyidir, diğer öykülerde rastlayacağımız açgözlü müteahhitlerin, hasis tarla sahiplerinin, paragöz insanların habercisidir bu. “Beton Karkas”la birlikte inşaatla insan bedeni arasındaki paralelliklerin sürdüğünü görürüz, mide sancıları yüzünden doktora görünmek zorunda kalan müteahhit camdan baktığında iki bina arasındaki boş araziyi görür, oraya sekiz katlı bir bina oturtsa, dörderden otuz iki daire, bir kısmını toprak sahibine, temiz kâr. Bu hesaplar aynı biçimde yapılır öykülerde, lüzumsuz tekrar. Müteahhitle dayı oğlunun işe nasıl başladıkları, taşradan gelip inşaat işine girerek köşe olmaları yan hikâyeciktir, hırs bürümüş gözlerin sağlıktan paraya kaymasının temeli olarak görülebilir. Adamımız kendi sağlığını unutur, kafasında planlar kurmaya başlar, ölümü unutur adeta.
“Bay Ali Şengönül’ün Altıncı Karısı”, kocalıkta bir türlü dikiş tutturamayan Ali’nin bahtsızlığından ibarettir. Adamımız kendi halinde bir memurken evlenir, sonra evlendirirler, evlenir, yine evlendirirler, en sonunda Parkinson’a yakalanır ve genç eşinin elinden kayıp gittiğini fark eder. Önceki eşleri de ya boşanmak istemiş ya da hastalıktan ötürü hayatını kaybetmiştir, Ali’nin işleri bir türlü yolunda gitmemiştir. En sonunda kapısına dayanan mafyatik adamların uzattığı sözleşmeyi imzalamak zorunda kalır, evinin yerine dikilecek apartmandan alacağı daireler belki genç eşini geri getirecektir. Finalde köşedeki kahvecinin çaldığı plak sokakta yankılanır: Ali Bey’in karısı, kaçtı gece yarısı”. Bahçesinden kestiği gülle eşini bekleyen adam soluverir, gül elinden düşer. Eh. “Söğüt Gölgesi” daha bir eh, Arpad’ın yapı hesabını apaçık ortaya çıkarıyor. Başta mekanı kur, birilerini konuştur veya anlat, sonra anlatılan hikâyeye zıt bir ayrıntı yerleştir, tamam. Bu öyküde bir hekim, mühendis, avukat ve gazeteci lokanta vagonunda sohbet ederler, istikamet yeni kurdukları partinin mitingi. Mühendis ülkenin ihtiyaç duyduğu yapılardan, hekim parayı vurmaktan, avukat kanunları düzenlemekten, gazeteci de halkı yönlendirmekten bahsederler, halkın canına okumak için planlar hazırdır. Gittikleri bölgenin ağasını hacısını ayartmak için yeterince paraları vardır, milletin gözünü boyamak işten değildir. Bunları konuşurlarken yanından geçtikleri göle eğilmiş söğütleri görürler, ağaçların dibinde tıkınıp uykuya dalmanın ne tatlı olduğunu düşünürler. Son. Sapanca bu göl, hazretlerin başarıları sayesinde korkunç derecede çekildi, balık sayısı çok azaldı diye biliyorum. Arpad aslında doğa katliamından ev canavarına kadar pek çok soruna değiniyor, iyi yapıyor da sorunlara bayrak sallatıp anlatıyı en azından aynı değerde öne çıkarmadığı için deviriyor öyküleri. “Saka Çıkmazı Yangını” diğerlerine göre nispeten daha dengeli bir öykü. Evinin küllerini eşeleyen yaşlı adamın sayıklamalarının arasından evi borç harç aldığını, ömrünün son yıllarını rahat geçirmek için dişinden tırnağından arttırdığını seçeriz, ardından sahne değişir ve evin yanındaki inşaatın önüne park eden araca odaklanırız, patron işlerin nasıl gittiğini görmek için gelmiştir. Adamların başında durmak gerektiğini düşünür, tembellik yapan işçilere söver de esas mesele yaşlı adamın evini yakan kaçak elektriktir. Patron yandan elektrik çektirmiş, tesisatı cortlatıp yangına sebep olmuştur, neyse ki çözümü hazırdır. Paniklemiş yardımcısını susturur, polislere ve hakimlere yedireceği paraları hesaplar, evi yanan adama da üç beş bir şey atacaktır. Yaşlı adamın kafa gidiktir, inceleme için gelen görevlilerden duyduklarını yarım yamalak söyler patrona, gerçeği dile getirir de lafı adamın ağzına tıkar patron, vereceği paradan bahsedip arazi olur. Kendini savunacak durumu olmayan adam tekrar küllere eğilir, sayıklar. Ne patronun zalimliği ne de yaşlı adamın çaresizliği öne çıkarılmıştır bu öyküde, hikâyenin doğal akışı bozulmaz, yoğun olan anlatımdır.
“Üç Tepe’de Tören”le birlikte yine yalpa. Bir tarafta yeni açılan bankaya para yatıranlar, diğer tarafta muhtarın elinden tapularını almak için bekleyenler vardır. Üç mahallenin tüm evleri satılmış, sakinler evlerinin gerçek değerini bilmeden basmışlardır imzayı, insan yerine konulmadıklarını hiç düşünmeden tapu peşine düşmüşlerdir. Muhtar düzgünce beklemedikleri için azarlar insanları, tapuları dağıtmaya başladığında sıra mıra kalmaz ortada, hurra saldırırlar. Ötede masmavi deniz uzanmaktadır, engindir, özgür ve güçlüdür, hurradan uzaklaşan kameranın son gösterdiğiyle biter öykü. “Büyük Kapının Önünde Bir Fener” gurbetçi olamayanların öyküsü. Kapının önünde sıralanmış onca adam Almanya’ya işçi ihracının durdurulmasıyla kalakalırlar öyle, oracığa çökerler ve ne halt yiyeceklerini düşünürler, öykü diyalogla dolar. Köyündeki arsasını, hayvanlarını satıp savan gelmiş, dımdızlak kalmıştır orada, iyi haberler bekleyen eşe dosta ne diyeceğini kara kara düşünmektedir. Radyodan Almanca şarkılar dinlerler, birileri kızar da radyoyu kapatmaya çalışır, bazıları umudu hepten kesmediği için dinlemek ister. Herkes kendi göbeğini kendi kesmeyi düşünmektedir, yapacak başka bir şey kalmamıştır.
“Kemal Ağabey Öldü” de iyice bir öykü, iyilikle bitireyim. Zamanının kabadayısıdır Kemal, mahallenin bıçkınlarındandır, başı derde gireni koruyup kollar. Maceralarından bir ikisini öğreniriz, yaşlılığında da delifişekliğini korumak istemektedir. Üst kattaki komşusuna yardım etmek için meşhur silahını yanında tutar, eve tekrar hırsız girerse bir işaret çakmasını ister komşudan. İşaret gelir bir gece, Kemal yukarı çıkmayı başarır ama mücadele etmeyi başaramaz, dağ gibi adam paldır küldür.
Arpad’ın öyküleri okunmaz gibi değil de keçiboynuzu, dibine kadar kemirmek gerekiyor.
Cevap yaz