Kendine has dinamiklere sahip bir dünya kurulacak, Koçak’ın anlatısındaki gibi bir distopya diyelim, nasıl kurmalı? PKD’nin metinlerinde serbest dolaylı anlatıcı, karakterlerden azıcık daha öndedir, özgün dünyanın niteliklerinin bir kısmını kendi anlatır, gerisini diyaloglara bırakır. Salâh Birsel’in Kemal Tahir’in karakterlerini eleştirirken söylediklerini hatırladım da güldüm, PKD’nin karakterleri “çan çan çan” etmez, “dilli düdük” değildirler, gerekli bilgileri anlatı tekniklerini eşit derecede kullanarak verir PKD. Kim Stanley Robinson serbest dolaylı anlatıma dayar mevzuyu, başkası teknikleri çeşitlendirerek kurar, mesela Berkan M. Şimşek’in Canım Şeytan‘ında anlatılan bol metalli, kafa sallamalı hikâye röportajlarla, haber metinleriyle genişler, metin tekdüzelikten de kurtulmuş olur, süper. Koçak’ın detaylı ve tutarlı dünyası oldukça gerçekçi, başarıyla oluşturulmuş ama başarısızlıkla anlatılmış ne yazık ki, başlarda bu hata çok yaygın da ilerleyen bölümler farklı anlatı alanlarıyla dolduğu için bilgi topakları biraz dağılabilmiş. Nedir, mesela kriz ânı, iki karakter konuşuyor, biri diğerine toplumsal felaketin tarihçesini anlatmaya başlıyor, diğeri eksik kalan kısımları tamamlıyor, konuşmalarını gerektiren acil durumu sallamıyorlar, unutuyorlar resmen. Başka bölümlerde yine uzadıkça uzuyor bazen diyaloglar, “çan çan çan”. Öbeklerin dağılımı da bir o kadar başarılı halbuki, karakterlerden biri televizyonu açıyor ve izlediği programda tartışılan konulardan o dünyanın bilmediğimiz özelliklerini öğreniyoruz, bir gazete haberi çok şey anlatabiliyor, sokaktaki bir muhabbete kulak misafiri olmak iyi yine, duvardaki afişlerden çakabiliriz köfteyi, ne bileyim, çeşit çeşit malumat verme yöntemi varken diyaloğa yaslanmak neden? Bu kadar önemli başka bir sorunu yok metnin, hatta Koçak’ın gözlerdeki hüznü gidermekle ilgili pek beğenmediğim metninden sonra bu romanını okuyunca şaşırdım, sıkı numara. Dünyayı da anlatacağım ama bir iki teknik şalaladan bahsetmek isterim, metin dört karakterin bakış açısından mürekkeptir ve bu karakterlerin sesi maharetle ayrıştırılmıştır, Melisettö ve Lafönj’ün arasındaki ilişkiyi öğrenmeden önce de karmaşık zihinlerinin çıkardığı gürültünün benzerliğini fark ederiz, ayrıca Ebrar’ın daha çizgisel bir anlatım biçimine sahip olması anlamlı gelir çünkü adamımız Çılgın Devir başlamadan önce kapağı Evropistan’a atmayı başarmış, tarih hocalığını oranın akademilerinde sürdürmüştür, diyakronik düşünceleri ayvayı yemiş dünyanın geçirdiği süreçleri daha iyi anlamamızı sağlar. Melisettö’yle mazisi on yıl öncesine dayanır Ebrar’ın, o zamanlar Melisettö aktivist, ünlü bir gazetecidir, sevgilisinin punduna getirmesiyle bütün itibarını kaybettikten sonra Ebrar da üniversitede sorun yaşar, İlk Uluönder’le ilgili söylediği şeyleri ihbar eden öğrencileri yüzünden yurt dışına çıkmak zorunda kalır, gitmeden önce Melisettö’yü evlenmeye ikna etmiştir ama birlikte gitmeye ikna edememiştir. Telefonla bir kez konuşurlar, yıllar boyunca süren sessizlikten sonra Melisettö tekrar arar ve hemen dönmesini rica eder, hayatı tehlikededir. Ebrar uçağa atladığı gibi geri döner ve gördükleri karşısında şoka girer, haberleri az çok almaktadır ama ülkesinin o kadar kötü durumda olduğunu düşünmemiştir hiç.
Başlangıçta Melisettö’nün hastanede/ölümhanede tedavi görmesi bizi doğrudan içine atar distopyanın, o dünyaya ait bir sürü nesne, olay, kurum, kişi üstümüze boca edilir. Ebrar’ın mekana gelip hemşirelerle gevezelik etmesi nelerin döndüğünü tarihsel bağlamda anlamamızı sağlar ama hiskov, özlük, filtre, flaş nedir, Melisettö konuşurken neden “s”ler koyudur, ilerleyen bölümlerde çözülecek meseleler. Koçak anlamsal boşluklar bırakır, okura ve daha da önemlisi kurgusuna güvenerek öteler çözümleri, şahane. Olaylar çok dar bir aralıkta yaşandığı, aslında kayda değer pek bir olay olmadığı için, daha doğrusu herhangi bir aksiyon görülmediği için ağır bir akışa kapılacağız, geriye dönüşlerle aydınlatılan tarihin kırılma noktalarını göreceğiz. Ülkenin ekonomisini cortlatan yeni maddenin, iktidarı ele geçiren diktatörün yıkıcılığı tükenen su ve yiyecek kaynaklarıyla birlikte büyük bir felakete yol açmış, toplum her anlamda çökmüş ve başta Melisettö’yle Lafönj’de gördüğümüz üzere herkes patojenik bir çorbaya dönmüş, karakterlerin anlattıkları yan hikâyelerden öğrendiğimiz kadarıyla sokaklarda kedi köpek kalmamasının sebebi insanların yiyecek bulmak için nihayet sokak hayvanlarına yönelmeleri. Su kaynağı kıt olduğu için evcil hayvan besleyenlerin ağır bir biçimde cezalandırılmaları, yamyamlığa varan olaylar son nokta. Koçak müthiş ayrıntılı bir kabus kurmuş ve kurduğunun her yanını göstermemiş, Melisettö’yle Lafönj’ün bölümlerinin sonunda yer alan italik kısımların metinden ayrıksılığını çok sonra açıklayarak anlatıya bir boyut daha katıyor mesela, böyle taklalar da var. Hızın olumsuzluğundan da bahsedilebilir belki, o kadar ani bir çöküş pek mantıklı değil, aynı hızla toparlanma daha da mantıksız. Melisettö yıllar boyunca kullandığı özlük, filtre gibi aparatların etkisinden, politik sebeplerle yasaklanan “s” harfi yerine yıllardır kullandığı “tsc” sesini çıkarmayı bırakmaktan çok hızlı kurtuluyor açıkçası, eleştiriye açık ama şimdi düşününce mevzunun başlangıcı o kadar hızlı değil, uzun süren iki dönemin sonunda mutlak çöküş tamamlanıyor. En uzak noktadan baktığımızda yaşadığımız dünyayı ayırt edeceğiz, Türkiye daha da belirgin ama her şeyin adı ve kısmen yapısı farklı. Kıyafetleri yüzünden üniversiteye alınmayan insanların eylemleri bildiğimizden bambaşka, ortamı kaos sarınca tel örgülerle ayrılan mahalleler aşina olduğumuz yerler ama başkalık burada da var, birkaç dokunuşla büyük veya küçük ölçüde değişiklik yapmış Koçak. Bu tekinsizlik sayesinde tam yerleşmeyebilecek bazı parçalara alan açılıyor, mesela Temiz Adlar Hareketi sonucunda “Geber” veya “Canyak” gibi isimlerini değiştiren insanların bu yolla kaosu durdurabileceklerini düşünmek, eh, kurgu bunu kaldırıyor, en azından ben yemeyi tercih ettim nihayetinde. Diktatörün yaşamı zorlaştırması, ülkeyi mahvetmesi ve Evropistan’daki Kurtarıcı’nın yardım elini uzatıp ülkeyi toparlamaya çalışması mantıklı, büyük arızalar yok. Tarihsel gelişim akla yatıyor ama esas dikkat çeken kısım bireysel ve toplumsal yaşam deneyimlerinin geçirdiği değişim. Ayrı bir yazıda değerlendirilmesi gerek, hakkını vermeli.
Eşyalara gelelim, kıtlık çıktığı zaman sokaklara yayılan Vahşi Çocuklar adlı çetelerin insanlık dışı yollarla ortadan kaldırılmaları, çocukların öldürülmeleri, devletin getirdiği yasaklar yüzünden insanların hiç düşünmeden intihar etmeleri gibi sebepler yüzünden hissizleştirme gereçleri hızla yayılıyor. Araçların insanları ezdiklerini görenler hemen özlüğü takıyorlar gözlerine, ayarını yaptınız mı olumsuzlukları görmüyorsunuz, insanların sert yüz hatları bile kalmıyor ortada. Filtreyi kulaklarınıza takıyorsunuz ve haşin, yüksek frekanslı sesleri duymuyorsunuz, öfke yayılmıyor. Hiskov yuttunuz, pek bir şey hissetmiyorsunuz. Yıllar boyunca duyguları dumura uğratılmış insanlarla dolu ülkede belli bir alana belli sayıda insan sokuşturuluyor, yolda yürürken kümeler halinde hareket ediyor insanlar. Daha da pek çok uygulama ve yasak var, yıllardan sonra Kurtarıcı’nın çabalarıyla kurtulacak gibi görünüyor insanlar. Ebrar’ın yardımlarıyla hastaneden çıkan Melisettö’nün normalleşme çabaları üzerinden bireyi sakatlayan devletin dandik kurumlarını, kurtarıcıya ihtiyaç duyan milletlerin acizliğini bir arada görüyoruz. Kurtarıcı’nın yeni bir diktatör olarak ortaya çıkma ihtimali de var, Koçak demokrasinin mücadele edilmesi gereken tehlikelerini de sıkıştırıyor araya, mevzunun tiranlığa dönüşmemesi için yapılacakları katıyor araya dereye. Kurslarla, gönüllülerin yardımlarıyla normale dönmeye çalışan Melisettö uyanan cinselliğiyle birlikte önemli bir aşama kaydediyor ama normalin de o kadar iyi olmadığını seziyor arada, çok daha köklü bir değişimin gerektiğini düşündürüyor. Günümüzün dünyası normallikle iyi paketlenmiş bir distopya, kötüden daha az kötüye dönmenin kazanım olarak görülmemesi gerekir.
Aksayan bir iki nokta dışında başarılı bir roman, satılmayacakların/verilmeyeceklerin arasına koyuyorum.
Cevap yaz