Oktay Akbal günlüğü ikiye ayırıyor: düz günlük ve okura sunulacak günlük. İkincisine edebi günlük deniyor, ilki yazarının tasarrufunca değerlendiriliyor, düzgünlük neyi gerektirirse o yapılıyor. Yaktıran, ölümünden sonra bastırtan, elli yıl sonrasına varması için zaman kapsülüne koyan, muhtelif. Akbal yakın arkadaşına dokunduruyor o yazısında, belki Birsel’in kararsızlığından zira Birsel önce günlüğünü bastırmayı düşünüyor, sonra bastırmamaya karar veriyor, kararını yine değiştirip bastırmak istiyor. Muhabbet sofralarında muhtemelen konuşulmuştur da sıkılmıştır Akbal, “Bastıracaksan bastır birader, kafamızı ütüledin,” demiştir belki. Birsel de laf atıyor ara sıra şimdi, bir yazıya nasıl başlanıp başlanmayacağını eşelerken Akbal’ın havadan sudan girişlerine tilt olduğunu mu anlamalı bilmem, çapraz okumak lazım iki dostun yazılarını. Bu kitapta 1972-1975 aralığında düşülmüş notlar, hatıralar, okuma ve yazma süreçleri var, Birsel’in tipik günlük formu. Birsel yirmi yıl önceki günlüklerinde edebiyatın önden gittiğini, kendisinin arkadan geldiğini, bu kez tersinin olacağını söylüyor ve bu yönde uğraşıyor da biraz, ne ki kendisi de sonucun ne olacağını kestiremediğini itiraf ediyor. Bakıyoruz, nasıl yazıyorsa yine öyle yazıyor Birsel, araya dereye yaptığı yemekleri, içtiği “pepsileri”, hastane maceralarını sıkıştırıyor ama edebiyat yine ön planda. Neler okundu, neler yazıldı, neler okunacak, Fransa’dan hangi kitaplar geldi, Kemal Tahir karakterlerini car car nasıl konuşturdu da dilli düdüğe çevirdi, Oktay Akbal ne etti, Cemal Süreya ne dedi, Muzaffer Buyrukçu ne buyurdu, Ankara’da neler oldu da İstanbul’a sirayet etmedi, şairler neden kötü şiirler yazmaya başladı ve romanları nasıl öne çıktı, sayısız mesele. Eleştirilere cevap verdiği de oluyor, günlükler basılacağına göre bir karşı eleştiri aracı olarak da görülebilir elbet. “İte atsan gramını yemez” türden kitapları görünce Birsel’in önüne geleni değilse de kötüyü elemeye zaman bırakmayacak kadar çok okuduğunu anlıyoruz, bu yüzden kitap övücülerine sert çıktığı da oluyor ara sıra. Birilerinin hunharca parlattığı kitapları görünce eksik kalmamak için okuyor, pişman oluyor, sonra başka bir popüler kitabı alıyor, yine pişman oluyor, övücülere çatıyor, yine vasat kitaplar, döngü böyle devam ediyor. Thoreau’dan Walden‘ı okurken iki de pepsi yuvarlıyor akşamına, keyfi keka, okumanın saadeti siniri küfrü alıp götürüyor. Seksen sayfalar, yüz sayfalar, her gün oku oku dur, Birsel çok okumasının da eleştirildiğini bildiğinden cevabı hazırlamış: Onca öykücünün, düşünürün kitabı hazırda bekliyor, hepsini okumaya ömrü yetmeyecek ama çoğunu, birazını, üçünü beşini iyi ederse gam yemez artık, bu yüzden almaya, araştırmaya devam ediyor, yeni çıkanları takip ediyor, Fransa’daki kitapçısından getirtiyor okuyacaklarını. Bütün parasını kitaplara yatırması, dergilerin para vermemesi sorun değil, tekaüt maaşıyla iyi kötü yaşıyor, Jale’siyle mutfakta iki kerevizdir, üç enginardır, ne pişerse afiyetle yiyorlar, yeter. O yıllarda diş derdi varmış Birsel’in, midesindeki problemin yanında prostat da sıkıntılı. İçtiğinden daha fazlasını işiyormuş Birsel, bir işedi mi 1 litre, berrak. Korku henüz ayyuka çıkmamış da bir tersliğin huzursuzluğu bariz. Bunların dışında çok yazmanın getirdiği tedirginlik var, Birsel yaz Allah yazın nerede sonuçlanacağını, yazdıklarının basılıp basılmayacağını bilmediğinden yakınıyor. Basılacak, kendi de biliyor, başka bir sıkıntı var burada. Onca okumak yazmak bir işe yarıyor mu, yaradı mı, genişçe bir düşününce dertleniyor Birsel, sonra en iyi bildiği şeyi, yazmayı sürdürüyor. Sabah uyanışlarının mucizelerinden ikisine bakalım en son, Birsel’e göre “bilincinin kanatları” olan sabahlar bir geldi mi unutulanlar hatırlanıyor, ayrıca denemelerine deneme katıyor Birsel, uyanır uyanmaz aklına gelen fikri evirip çeviriyor, ertesi gün uyanınca yazmaya başlıyor mesela, birkaç kez daha uyandı mı yazı dergiye yollanmaya hazırdır. Rutin belli, rutinin yıkımından gelecek esin belli, Birsel yapyık sürdürüyor yaşamını. Üç yılına şahidiz, aralardaki kayıp günlere şahit değiliz ama ne olduğunu biliyoruz, Birsel Kahveler Kitabı‘nı yazıyor mesela, beğenmeyip bir daha yazmaya başlıyor, o kadar çok yazıyor ki metnin ikiye bölünüp basılması gerekiyor. Sander’den çıkmış ikinci cilt, ilki Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu. Birsel’in ilk düşündüğü isim “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Yandı Yandı Kül Oldu” imiş, uzunluğundan ötürü caymış. Kahveler Kitabı da Peygamberler Kitabı olacakmış ama çıkacak patırtıdan korkmuş Birsel.
Edebi eleştirmeler, kakıştırmalar gırla tabii, birkaçına değineyim. Bizde en büyük yazar Haşim, sonra Ataç. Atay’ı iyi, Osman Cemal’i kötü anıyor Birsel, doğru düzgün bir Türkçesi bile yokmuş Osman Cemal’in. 1940 Kuşağı’nın başlattığı Yeni Şiir aslında Nâzım Hikmet’in şiirinin bir uzantısıymış, içerik hariç. Gerçek eleştiriyi yazarların kendilerinin yaptığını söylüyor Birsel, Benjamin ve Barthes gibilerinin yarattıkları öncelikle bir edebiyat ürünü ama kurmaca yazarlarınınki çatır çatır, doğrudan eleştiri. Öznelliğe yatkınlığı var zaten Birsel’in, kendi eleştirilerinde de nesnelliğe yer yer dayandığını ama daha çok öznel yargılara yaslandığını söylüyor. Başka, bir ozanın başka bir ozandan sözcük, imge ya da dize yürütmesini anlamıyor çünkü onlar o ozanın anlamını taşırmış, kapkaççı ozan aynı anlamları taşıttırmazmış çaldığına da bunun nesi sorun, Pirandello’nun Biri Hiçbiri Binlercesi‘nde dediği gibi siz kendi sözcüklerinizle kendi anlamlarınızı belirttiniz, ben benimkilerle benimkileri, ortak bir anlamda buluşmamız gerekirken bambaşka yerlerde ortaya çıktığımız anlaşıldı, zaten bu bambaşkalık aynının farkını gösterdiğine göre mirî malı çalanlar başka anlamları çalmıyorlar demektir. İlhan Berk’in hırsızlıklarına birkaç yerde rastlamıştım, adamımız dizeyi olduğu gibi aşırmış veya sözcüğü çekivermiş arkadaşının söylediğinden, bu yüzden yanında şiir okumaya çekinenler varmış. Sonuçta, evet, şiir yazanındır. Türün sorunlarına bakalım, bizde okur duygusal şiirlere baygınlıklar gösterir, Metin Eloğlu’nun şiirlerinin gereğince anlaşılamamış olması bu yüzdendir. Artık kimseler şiir üzerine yazmamaktadır, Melih Cevdet’inden Oktay Rifat’ına herkes suspustur, Cemal Süreya hariç. Şiirden anlayan da pek kalmamıştır, devamı şöyle: “Belki şiirden sadece ozanların anladığı söylenebilir. Ama adını yığınlara duyurmuş ozanların çoğu da kıskanç köpektir. Bunların da gençlere bir yararı olacağı beklenmemelidir.” (s. 140) Birsel’in çok sert, eğlenceli çıkışları var böyle, günlüklerini okuttuğu kişilerin sert tepkilerinden yakınıyor da çekinmiyor yine bildiğini yazmaktan, şahane. Dedikodularda bir eriniyor ama, edebiyatçı tayfanın pisliğine dair bir iki detay veriyor, susuyor. Övüşmeler hoş, Ceyhun Atuf Kansu Tarjei Vesaas’ın Buz Sarayı‘nı pek övmüş bir gün, Birsel durur mu, yapıştırmış Elio Vittorini’nin Sicilya Konuşmaları‘nı. Sahiden ne sıkı roman o yahu, tarih yazımından dönemin İtalya’sına, kalpazanlıktan bilmem nelere kadar çok şey var da yerli yerinde her şey, tekrar basılsa keşke.
Muzaffer Buyrukçu’nun günlüğüne koyduğu Şapkam Çiçek Dolu adını anlaşılacağı üzere Cemal Süreya vermiş, Mehmet Can Doğan da anlatıyor şurada. Son olarak, Birsel’e göre evli bir kadın edebiyat düşmanıdır, edebiyatçıyla evli bir kadın ise hem edebiyat, hem de edebiyatçı düşmanıdır. Bu bilgiyle ne yapacağımızı bilmiyorum, bir alıntıyla sonlandırıyorum bu çiziyi: “Bin yaşasın İsmet Özel’in şiiri! Ama insan onu okuyunca eşekten düşmüş karpuza dönüyor. Kafası yarılmıyorsa da iyice sersemliyor. Ne bileyim, belki ozanın istediği de budur.” (s. 92) Ataç bir yerlerden el sallıyor, diğer elini Birsel’in omzuna koyuyor.
Cevap yaz