Toni Morrison – Sula

Dört dörtlük bir metin. Mahallenin sokaklarında yürür gibi okumalı, sonra detayları görmek için geri dönmeli, mekana farklı zamanlarda bakmalı ki Morrison’ın araya dereye sıkıştırdıkları olaylar ilerledikçe yerini bulsun, detayların önemi anlaşılsın. Ben ders gibi okudum, sonra işaretlediğim yerleri bir daha okudum, bunlara bakacağım. “Medallion City’nin golf alanına yer açmak için böğürtlenleri ve it üzümlerini kökledikleri yerde eskiden bir mahalle vardı. Bir vadi kasabası olan Medallion’ın yukarısındaki tepelere kurulmuş, ta ırmağa kadar uzanan bir mahalle. Şimdi oraya banliyö deniyor, ama orada Zenciler yaşarken Taban denirdi.” (s. 11) Siyahiler tepeden bakmakla avunurlar beyazlara, hem Taban yeryüzünün başladığı nokta olmakla birlikte Tanrı’ya yakındır, tesellidir bunlar. Beyaz bir çiftçi çok iyi çalışan kölesine vermiştir Taban’ı, vadideki sulak toprakları değil de tepedeki çorak araziyi vermesi az namussuzluktur ama azat etmiştir köleyi, o da bir şeydir. Yavaş yavaş dolar oralar, aşağıdan gelenler yukarı çıkarlar ve yerleşirler, mahalle böyle bürür. Alıntıda incelenecek şeyler kaldı gerçi, belli ki mahalle çok uzun zaman önce serpilmiştir tepeye, hikâyenin başladığı 1919’dan da önce, golf alanı zenginliğin yer değiştirdiğini ve beyazların yukarıya hücum ettiğini gösterir. Anlatıcı hikâyenin sonundan seslenmektedir, dünyanın tepetaklak olmuşluğundan, kaç yıl öteye gittiğini sona kadar bilemeyeceğiz de araya sıkıştırdıklarına dikiz, mesela aşağıdaki ırmağın köprüsü çoktan gitmiştir, Siyahilerin birbirlerine karşı duydukları ilgi silinmiştir de anlatıyla kazınacaktır sanki, hikâye kaybolanları tekrar bulmaya adanmıştır. Düz bir çizgi değil de sarmallar düşünelim, zamanın kullanımı böyledir: “1919” adlı ikinci bölümde yıl malumdur da sekmeler, aralarda doldurulmayı bekleyen boşluklar çıkar ortaya: “Ulusal İntihar Gününün kutlanışını İkinci Dünya Savaşı dışında engelleyen bir şey olmamıştı. Yıllardır bu günü, kurucusu Shadrack dışında kutlayan hiç kimse yoktu, ama 1920’den bu yana her yıl ocak ayının üçüncü günü yapılırdı. 1917 olaylarından allak bullak olan, sürekli bir şaşkınlık yaşayan Shadrack yakışıklı, ama harabeye dönüşmüş bir halde Medallion’a geri dönmüştü, kasabada güç beğenir insanların en güç beğenirleri bile kendilerini bazan onun savaşa gitmeden birkaç yıl önce kimbilir nasıl olduğunu düşünürken buluyorlardı.” (s. 15) 1920’den beri kutlanan tuhaf gün, savaştan dönen delirgin, yıllar arasında gidiş gelişler, belirsizlik, tepenin üzerindeki mahalle, her şey sis perdesinin ardından görünür, gerçeğin çizgilerinin dışına çıkmaya çalışır sanki, sihirli atmosfer böyle ortaya çıkar ki bazı karakterler ve olaylar bu gerçeklik algısının içinde normal görünecektir. Márquez’in kasabaları gibi değil, Taban’da yaşananlar hiç o kadar hırpalamaz gerçekliğin dokusunu da anlatımın etkisiyle kendine özgülük, biriciklik kazanır diyeyim. Mahallenin çılgını da vardır üstelik, tam şenlik. Shadrack’ı savaşırken gösterir anlatıcı, adamın en yakın arkadaşının suratı bir anda kan, kemik ve et yığınına döndükten sonra akıl gider, Shadrack yaralanır, ülkesine götürülüp tedavi edilir. Bir ara suya baktığı zaman ciddi, kara bir surat görür, kendisinin hiç var olmadığı yolundaki hafif korkusu o suratı görünce geçer ama anlatının havasına birazcık katılmıştır o var olmama düşüncesi, küçük belirsizlikler hikâyenin de ayağını yerden kesecektir biraz. Ölüm korkusunu gidermek için Ulusal İntihar Günü iyi bir buluş, Shadrack bu günü bir süre tek başına kutlayacak, sonra peşinden gelenlerle birlikte büyük bir faciaya yol açacaktır ama buna biraz daha var. Ailelere gelelim önce, Nel ve en yakın arkadaşı Sula ortaya çıksınlar bir.

Helene melez bir orospunun kızı, büyükanne torunu Helene’yle birlikte kızının yaşadığı yerden Medallion’a taşınıyor, böylece çocuğu kaderinden kurtarıyor. Yıllar sonra Helene ve kızı Nel ölmek üzere olan anneyi ziyarete gidecekler, Siyahilerin ayrımcılıkla mücadelelerini göreceğiz. Trende kondüktör Helene’yi aşağılar, Nel annesinin yaranmaya dönük hareketlerini görünce kendi kendine söz verir, asla annesi gibi olmayacaktır. İkinci mesele de hayat kadınının konuşurken araya Fransızca sözcükler sıkıştırmasıdır, bu jargondan da uzak durması gerektiğini anlar Nel. Saçları düzleştirmek başka bir problemdir, bunu Malcolm X’in anılarını okurken anlamıştım. Duke Ellington gibi on numara müzisyenlerin çaldığı kulüplerde sigara satar Malcolm X, gençtir, bütün Siyahilerin saçlarını düzleştirmek için deli gibi uğraştıklarını görür ve öfkesini yavaş yavaş kurmaya başlar. Burada Helene, topluluğun ona seslendiği şekliyle Helen kızını haksızlığa karşı koyma güdüsüyle yetiştirir, Nel de şahit olduğu haksızlıklara karşı tepki geliştirerek sınıf bilincini oluşturur, ırk bilinci peşinden. Sula’yla papaz olmasını yetişme şartlarına bağlamak gerekecek, ayrıntılar bu sebeple. Nel’in düzenli bir aile yaşantısı var, Helen’in Sula’yı küçümsemesi evlerine kimin girip çıktığının belli olmamasından. Nel arkadaşının evinde daha rahat çünkü ev dağınık, Sula’nın annesi Hannah kapısına gelen herkesi içeri alıyor, Eva adlı tek bacaklı nine düşleri yorumluyor ve cebinden çıkardığı yerfıstıklarını çocuklara pay ediyor, şamatası bol ev. Eva’nın bacağını yitirmesi, Hannah’nın sevgisini tüm erkeklerle paylaşması esas hikâyenin dallarına dönüşüyor, yine zamanda geriye gidip Eva’yla eski eşi OğlanOğlan’ın birbirlerinden nasıl koptuklarını görüyoruz ve yaşananların tamamını Sula’nın Venüs’e dönüşmesine bağlıyoruz ama büyük bir travma da lazım. Eva evin üst katında yaşıyor, tekerlekli sandalyesinden kalktığı pek görülmediyse de bir kez, ateş yakmak istediği zaman merdivenlerden iniyor, dumanın kokusu saçlarından gitmeyecek yıllarca. Morrison’ın gizledikleri vurucu bir biçimde ortaya çıkıyor sonradan, bu ateşin neyden çıktığını, Eva’nın kıyıcılığını şahane anlatıyor Morrison. Anlatılan zaman bir yavaşlıyor önce, Eva’nın merdivenlerden inişini ve savaştan dönen oğlu Karaerik’i kucaklayışını ağır çekimde görüyoruz, sonra yangını söndürmeye çalışan Hannah’yla Eva’nın göz göze gelişini. Müthiş trajik bir sahne, aşırı soğukkanlı bir anlatım. Aile dramından devam edelim Sula’ya geçmeden önce, Hannah ve Eva arasındaki çatışma kanla bittiği zaman olayları baştan sona sessizce izleyen Sula’yı fark eder Eva, kızın içinde bir şeylerin çoktan öldüğünü anlayıp korkmaya başlar. Nihayeti huzurevine yerleştirilmektir, Sula katakulliyle eve sahip olur ve gönlünce yaşamaya başlar. Çocukken serserilerin önüne dikilip parmağını bıçakla kesmiş, Nel’i kurtarmıştır, bunun yanında musallat olan beyaz bir çocuğun boğulmasına neden olurlar Nel’le, yeterince ölüm ve pervasızlaşmak için sebep var, Sula tamamdır. Oyunlar sürer bir yandan, cinayeti gören Shadrack’ın karanlık zihnine metnin sonunda bakarız da neye şahit olduğunu, alımlamanın onda nasıl gerçekleştiğini anlarız. Aynı oyun, yaşananları zihnin içinden görmek Sula’yı da kapsar, Nel’in eşiyle birlikte olduktan sonraki hislerini sezeriz. Sezmek, çünkü o karanlık akışta alışılageldik üslup, belirgin anlam askıya alınmalıdır, imgeli ve benzetimli bir dille inşa edilmelidir Sula gibi bir karakter. Daha iyi bir yol ne olabilir diye düşünüyorum, bulamıyorum. Özgürdür Sula, yaşamdan ötesini bilmez, normlar umurunda değildir, yıllar içinde Nel’le karşı karşıya geldikleri her kezinde en yakın arkadaşının kendisini nasıl anlayamadığına şaşıracaktır. Son bir şey: Sula’nın hikâyeden çıkmadan önce merkezde olduğu öyle bir bölüm vardır ki Morrison’ın nöroloji eğitimi aldığını düşünür insan, spoiler vermemek için can çekişiyorum resmen. Savaşlardan sonra mahallenin değişimi, sermayenin iyice palazlanmasıyla insanların huy değiştirmeleri, Shadrack’ın malum günde çoğu mahalleliyi kurban etmesi, Nel’in yıllar sonra mahalleye dönüp geçmişi hatırlamaya çalışması, hikâyeyi genişletme biçimleri, her şeyiyle muazzam bir roman.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!