Odağı günümüzün çalışanına, çalışma koşullarına kaydırıyor Fleming, önceki eserlerinde çeper daha genişken şimdi aynada kendimize bakmamız lazım. Homo economicus biziz, mavisi beyazı ne renk yakalı varsa. Babamıza kıyasla daha az kazanıyoruz, atadan bir şey yoksa para biriktirip bir şey alamıyoruz çünkü paranın hükmü yok, zaten eğitimle sınıf atlama olayı da tarih oldu. Fleming diğer metinlerine kıyasla daha çok örneğe başvurmuş bu metninde, tablo şu: Kolejler, özel okullar, bağlantılar hep ailenin kaynaklarıyla alakalı, kredi vasıtasıyla okumaya kalksak iş bulmak büyük sıkıntı, günümüzde en iyisi evde oturmak gibi görünüyor, en azından bu tercihin anlaşılabilir yanları var. Psikolojik sorunlarımız, kötüleşen çalışma şartlarımız, dağ gibi biriken borcumuz ve sözde biriken kazancımız ortadayken “akbaba kapitalizmi” leşimizi yemeyi bekliyor üstüne, emeklilik gibi güvencelerimiz şirketlerin sorumluluğundan devlete, yani yine bize yüklendiği için daha da kaybediyoruz. Adımlar çok iyi, sermaye pası atar, devlet emekliliğe hak kazanan işçilerin çalışma hayatına tekrar katılabilmelerini sağlamak, sağlık problemleri yaşayan insanların aslında o kadar da problemli olmadıklarını ortaya çıkarmak için analiz şirketlerine kaynak aktarır. İngiltere’de yaşlı birinin başına gelen bu sürecin eseri, kişi küçücük bahçesinin yarısına kadar yürüyemiyor bile, hastalanıyor ve ölüyor, o sıra evine çalışabileceğine ve sağlık masraflarının daha fazla ödenmeyeceğine dair kâğıt geliyor. Ölümünden yıllar sonra kalıntıları bulunan tatlı ninenin akıbeti de başka çeşit çözülme, Fleming metnin sonunda kolektivizmden başka tutunacak bir dalımızın olmadığını bu yüzden söylüyor. Komşuları kadının huzurevine taşındığını düşünmüşler, civarda sevilen birinin ortadan kaybolması beş yıl boyunca fark edilmemiş. 1960’lara damga vuran devrimci öfkenin ehlileştirilmesi ve melankolinin azar azar pompalanması için maddi ve psikolojik bir savaş başlatan kapitalizmin eseridir. “Yeni-feodalizm” artık, dinamikler aynı. Soylu dayı gelir, köylülerini dövdürür, öldürür, verimi bu yolla artırmaya çalışır. Fleming’e göre sadistik zevk barizdir, amir Yahudileri dövmek için polis yapılan Yahudi gibidir, o da çok kazanmaz. CEO’lar müthiş primleri, maaşları cukkalayıp kurumları bir güzel çürütürler. Konuyla ilgili derin malumat var, istatistikler gösteriyor, CEO’ların öyle söylendiği gibi müthiş katkıları yok şirketlere, üstün insan da değiller ki bunu Sosyal Darwinizm’e bağlamaya çalışmakla bile uğraşılmıyor artık, şirketlerin ailemiz olduğu ve bizi çok sevdiği yalanı tedavülden kalktı, çalışanın üretim ve tüketim yoluyla çarkları döndürmesi, kısacası mutluluğu da pek umursanmıyor çünkü mutsuzsa yerine çalışacak yedek güç hazır, yaklaşık üç milyar insan. Homo economicus çoktandır alarm veriyordu, Chicago Okulu’nun teorisyenlerince tam bir üretim makinesi olarak tasarlandıktan sonra neoliberal iktidarların da katkısıyla hayata geçmiş ve öyle böyle varlığını sürdürmüştü ama üretimden şirketleşmeye geçince, çalışma modelini değiştirince iflas bayrağını çekti artık. Genişçe bir bölümde inceleniyor bu, aldığımız temel eğitimin özelleştirilmesi dahi savunulmuş, sağlığın da, akla gelebilecek her şey bizde sermaye olarak birikiyor çünkü Gary Becker gibi Chicago çıkışlı akademisyenlere göre. Sağlık harcamaları, okulda aldığımız bilgisayar eğitimi, hepsi bir yatırımdır ve karşılığı sahiplerimize ödenmelidir. Buradan beşeri sermaye teorisine geliriz ve alnımıza bir vergi tabelası çakmadığımız kalır, “Uberize” olmak da deniyor buna. Çalışana verilen özgürlük başta süper gelir, istediğimiz kadar çalışırız, patron belası yoktur başımızda, serbestiz. Kulağa iyi gelen bu şartların ne tür sorunlara yol açtığı sonradan ortaya çıkar ki bunların bir kısmı yine tepemizde dolaşan akbabaların işidir. Öncelikle işe başlamak için bütün masraflar bizdendir, eğitim dahil. Hastalandığımız zaman izin alamayız çünkü belli bir kotayı doldurmak lazımdır, ayrıca sigortamız da yoktur, yeterince kazanırsak yaparız bir şeyler de bu kazanç git gide azalmaktadır çünkü o kadar da kazandıran bir iş yapmadığımız ortaya çıkar. Aracı kurum şartları giderek daha da zorlaştırmaya çalışır, serbest çalışma kapitalizmi boş durmaz, İngiltere’de olduğu gibi istediklerini kanunlaştırır bile. Aktif olarak çalışmadığımız süreler kayıp olarak görüldüğü için aslında daha çok çalışıp daha az kazanırız. André Gorz bile bu tür piyasa temelli istihdamın eski moda organizasyon hiyerarşilerini ortadan kaldıracağı için tutar ama kapitalizm her şeyin suyunu sıkmakta mahirdir, soluduğumuz havanın bile ücretini alabilse alır. Ki almaktadır, şişelenmiş temiz hava satılıyormuş bir yerlerde. Delilik.
“Çirkin ofisler. Mesleki gelişim yok. Ölesiye can sıkıntısı. Düşük ücret ve güvencesizlik. Beşeri sermaye teorisinin cevaplamak zorunda olduğu bol miktarda soru var gerçekten! Bu, böyle durumlara maruz kalan büyük insan gruplarının yoğun mutsuzluk yaşadıkları anlamına geliyor.” (s. 207) Beş Delta Amudu tekniğini öğreten bir eğitimci gelir, çalışanları genişçe bir alana toplar, amuda kalkmaya çalışırken doğalgaz faturasını nasıl ödeyeceğinizi düşünürsünüz. Rahatlamanız beklenir, rahatlamazsanız performansınız beğenilmez, sonra kodamanın biri çıkıp somurtuk işçi sevmediğini, işçilerinin güler yüzlü olması gerektiğini söyler. Önünüze dosyaları yığıp çalışır gibi görünürsünüz, yaptığınız pek bir şey yoktur. Masada geçen saatler araştırmalara göre sigara içmekten daha ölümcüldür, kaygıyla birleştiği zaman bedeni müthiş yorar. Hastalanırsınız, sigorta bazı şeyleri karşılar ama bazı şeyleri de karşılamaz, tedavi başa beladır. Devletler işsizlik oranlarını türlü alavereyle düşük gösterir, bunun yanında şirketlerle anlaşma yaparak “gerekenden daha fazla” işçi istihdamı sağlarlar, can sıkıntısı biraz bundan. Şirketler vergi kaçırır, özelleştirilen hizmetler halkı soyup soğana çevirme araçlarına dönüşür, yatırım yapılmayan altyapı orasından burasından patlar. Binalar eskir, dışarıdan bakınca ucubeye benzeyen yapılarda çalışırız ki içerisi de pek iyi durumda değildir. Çıkış yolu bulamayız, Agamben’e göre Deleuze’ün bahsettiği bir şey yapma gücünden öte bir şey yapmama gücümüz elimizden alındığı için ne boş dururuz ne de bir şey yapabiliriz, değişimin ne olduğunu çoktan unutmuşuzdur. Alternatif yoktur, bu yüzden depresyona girip intihar ederiz. Yoksullaştırıcı bireycilik her çalışanda görülür, aslında toplumun tamamında görülür, örneğin yan kafeste çalışan kişiyi tanımayız, komşumuzla iki laf etmişliğimiz yoktur, yalnızlaşırız. “Sessiz Dünya” kitaptaki en sarsıcı bölüm olsa gerek, yalnızlaşmanın ve yılgınlığın sonuçları korkunçtur. Steven Slater‘ın hikâyesi üzücü, adam stresten ötürü olmayacak şeyler yapıp kendini kurtarıyor adeta. İki kez kaçmışlığım var benim de, karakolluk olmadım da telefonu kapatıp odama kapanmıştım yoksa delirecektim resmen. Mevzu şu ki baskıya maruz kaldığımız zaman amigdala mantıksal düşünme süreçlerimizi ele geçiriyor ve “savaş ya da kaç” tepkisini başlatan duygusal esir alma eylemlerine çok daha müsait hale getiriyor bizi, açıkçası böyle durumlarda ilkel davranışlarda bulunmamak elimizde değil. Fleming iki örnek daha veriyor ve tabloyu değerlendiriyor: Bu tür patlamalar çalışma koşullarının iyileştirilmesine yol açabilir ama sorun çok daha köklü, neofeodal politikaları iyi bir sarsmak ve gücümüz yeterse ortadan kaldırmak için patlama noktasına varmayı beklememeli, benzer durumdakilerle bir araya gelip enerjiyi temelli kurtuluş için kullanmalıyız. Mümkünse. “Direnişin üretken bir güç olması için, öfkenin, aynı dayanılmaz durumla yüz yüze olan başkalarının kardeşlik duygularına seslenmesini sağlayan daha yatay nitelikler edinmesi gerekir. Kurtuluşun tek yolu budur; bu, himaye eden ve dolayısıyla güce ve onun bölücü sınıfsal hiyerarşisine katmerli bir tehdit oluşturan hakiki kolektivizmdir.” (s. 238)
Neyle karşı karşıya olduğumuzu anlamak için bu kitabı okumalıyız.
Cevap yaz