Zaman Körlüğü‘nde defalarca değinilen zamanın göreliliği gözlemleyene ve gözlemlenene göre sabittir, zannımca şöyle bir göz ucuyla bakmak ve dikkatle izlemek de zamanın akışını değiştirir ki değiştirir, Wittmann konuyla ilgili deneylere yer vererek odaklanmanın zaman üzerindeki etkisini gösterir, hatta uçan kuşun bile zamanın algılanışı üzerinde etkisi vardır çünkü ne güzel hayvandır o, hele kızılgerdansa benim için zaman durur mesela, bir tek kızılgerdanın akışı vardır, kızılgerdan zamandır. “Zaman, fenomenlerin birdenbire bambaşka bir ışıkta göründüğü bir ağ teşkil eder. bu fenomenler arasında duygular, anılar, mutluluk, dil, akademik ve mesleki başarılar, benlik duygusu, bilinç, stres akıl hastalığı ve kişinin kendi benliğinin ve bedeninin farkında olması sayılabilir.” (s. 11) Yaşama dair deneyimlerimiz azaldıkça, gündelik rutinlere kapıldığımız ölçüde zaman hızlanır, yeni deneyimleri bulmak giderek zorlaşmaktadır, yaşlanmışızdır biraz daha, döngünün dışına çıkamadığımız için artık her şey öyledir, öyleyse ve bildiğimiz her şeyden başka bir şey yoksa hayatımızda, bir parça ölmüşüzdür. Kurtuluş kızılgerdandadır, kızılgerdanın güzelliği zamanı yavaşlatır, güzel bir kitabı okur gibi bakarız kızılgerdana. Yavaşlarız, Proust’un bir çiçeği on dakika koklaması, seyretmesi yavaşlama demektir, biyolojik saatimiz cortlamasa da tık tıkları daha belirgindir, fark ederiz. Deney meşhurdur, bir grup çocuğa şeker verilir, biraz beklerlerse bir şeker daha alacakları söylenir. Uzun süreli bir deneydir, biraz daha bekleyen çocukların yaşamda daha başarılı oldukları, zamanı daha etkin kullanabildikleri ortaya çıkar yıllar sonra. Wittmann bunu doğrudan Avrupa kültürüne bağlar, gelişmiş ülkeler uzun süreli planlar yapabildikleri için gelişmiştir, ânı yaşamaya çalışan insanların ülkeleri o kadar da gelişmiş değildir. Denklemin doğruluk payının yanında indirgeyiciliğinin tırtlığı bir yana, tatminin ertelenmesine dair önemli bir nokta: zaman miyoplarının körlüğü. Yakın zaman uzaktan daha net görünür, yarın bir hafta sonradan daha tatmin edicidir, bu yüzden en fazla yarına kadar bekleyebiliriz, ne kadar miyopsak itkilerimize o kadar bağlı kalırız. Deneyin nesneleri olan çocuklar Stanford’daki profesörlerin çocuklarıdır, dolayısıyla babalarından veya annelerinden zaten şeker alabileceklerini düşünüp yumulmuş olabilirler, başarılarıysa ne konuda başarılı olduklarına göre sorgulanabilir, oysa kızılgerdanın güzelliği mutlaktır, sorgulanamaz. Yıllık ritmimizi bu şahane mahluka göre ayarlayabiliriz, kış depresyonuna girmemek için onu gördüğümüz zamanı köşelerinden dikkatle tutup geçmişten ayırınız, hızlı yaşayıp genç ölmek isteyenlerin zamanı daha uzun algıladıkları kesindir ama kuşu aklından çıkarmayanlar için uzunluğun haddi olmaz sanıyorum, hele bir de ötüşünü duyun, ağlarsınız. Bebeklerin dahi zaman algısı olduğu söyleniyor, yetişkinlerinkine sekiz yaşından sonra ulaştığımıza göre bu kuşa ne kadar erken maruz kalsak o kadar iyi. Onu çatışmaların dışında tutalım, Protestan erdemiyle Akdeniz neşesi, Kant’la Nietzsche bir zıtlığın tarafları olarak basitleştirilirler de gösterdikleri anlamlıdır, farklı zamansallıklar tansiyonun yükselmesine yol açar. “Her zaman Trinidad’dır” deyişinde sürekli bir yerlere yetişmeye çalışan insanların anlayamayacağı bir olgu var, insan hiçbir yere yetişmeye çalışmazsa, zamanı bölümlemezse küçük parçalara ayrılmış akışı bir bütün gibi algılamaya başlar. Wittmann’ın bir anısı var bununla ilgili, Los Angeles’ta bir konferansa katılacak, zamanında gidiyor da salonun boş olduğunu görünce şaşırıyor, insanlar on beş dakika içinde damlamaya başlayana kadar boş salonda oturuyor öyle. Dakikliğin kapitalizmle ilişkisi. Zamanımız öyle bir terbiye edilmiş ki başka süreğenliklerin olabileceğini düşünemiyoruz, saçma geliyor. Uymamız, kendimizi uydurmamız gereken tek bir zaman algısı var, bizi kovulmaktan kurtaracak ve kızılgerdanı duyamamamıza sebep olacak o basınç, kısıt, kapan. Düşünüyorum, çalışma biçimimiz beynimizde deneyimlerimizi işleyen bölgeleri köreltiyorsa ki öyle görünüyor, ilk kez gördüğümüz bir manzaranın büyüsü çoktan kaybolmuş demektir. Ne kayıp.
Şimdiki zaman otuz milisaniye, algımızın hassasiyeti belli bir süre aralığını en iyi şekilde aktarabilecek yapıya nesiller boyu süren evrimle kavuşmuş, azına veya fazlasına ihtiyacımız yok, FPS’imiz aşağı yukarı belli. Ping olabilir, bağlantı kopabilir, bunlar hep Oliver Sacks’in konusudur ki Wittmann bir başlıkta değinir Sacks’in vakalarına. Beynin bir bölümü hasar görmüştür, anormal bir şekilde çalışmaktadır, bu yüzden hızla yaklaşan bir aracın aslında yavaş yavaş geldiğini algılayamadığımız için farlar karşısında kalmış geyiğe dönebiliriz, aslında çoktan dolmuş bir bardağı boş olarak görürüz de dolana kadar masayı sulamışızdır bir güzel, zamansal dizilimdeki arıza hayatımızı mahvedebilir. Kontrollü bir şekilde dizersek işler yolundadır, örneğin bir şeye odaklanırız ve zamanın yavaşladığını hissederiz, atikliğimiz aslında normaldir ama süper hızlı hareket ettiğimizi düşünürüz. Beyin aktiviteleri ve kalp atışları hızlandığı zaman dünya yavaşlar, biz hızlanırız, tehlike altındaysak veya kızılgerdanı dinliyorsak daha da yavaşlamasını isteriz zamanın. Farkındalık meditasyonu tam da bu işe yarar, mevcut âna odaklanırsak geçişi bir parça yavaşlatabiliriz ve nefes egzersizlerini unutmazsak pek bir şey kaçırmayız. “Nefes almak ister istemez bedenin mevcudiyetini hissetmeyi içerir, çünkü olayın ritmi bir andan diğerine geçilirken ortaya çıkar. Tek ve rahat bir nefesin yaklaşık üç saniye sürmesi tesadüf değildir. Bir nefes, yaşanan bir deneyim ânıyla tam olarak aynı sürede gerçekleşir.” (s. 61)
Araştırmalara göre duyuların bütünlüğü, beynin algıları işleyişinin tümlüğü de zamanı algılayışımızı etkiler. Tecrit tanklarına kapatılan insanların zaman tahminlerindeki bozulmalar pek bir şey algılamayan insanların zamanı da pek tutturamadıklarını gösterir, boşlukta süzülen bilinç için zaman hızla akıp gitmektedir. Şöyle, bilincimiz ve zaman öylesi iç içedir ki zamanı algılarımızdan, deneyimlerimizden, kimliğimizden asla ayıramayız, özne kendi özneliğinin dışına çıkamadığından kendine zamandan bağımsız bir öznellik de biçemez. Hayvanlardaki zaman algısını bu çerçevede değerlendirmeden önce Wittmann’ın bahsettiği heyecan verici bir gelişmeye değinmeli, yeni keşfedilen aşırı özgün beyin hücreleri, VEN adı verilen zımbırtı bilinçle bağlantılandırılmış, bu hücreler özellikle kuyruksuz büyük maymunlarda da var, maymunlarla insanlar arasındaki akrabalık derecesi azaldıkça hücre sayısı düşüyor. Filler ve yunuslar da bu hücreye sahip, “ayna testi”ni geçebilen her canlı bu hediyeyi almış. Benlik kavramıyla kutsanmışız veya lanetlenmişiz, dolayısıyla hayvanların can sıkıntısına da aşinayiz. Kızılgerdanın canı sıkıldığı zaman öttüğünü düşünmek hoşuma gidiyor, şeker deneyinde çocuklar şarkı söyleyerek zaman geçirmişler. Evet, can sıkıntısı nahoş bir özbilincin yansımasıdır, özalgı ve boşluktur, ilginç bir şekilde zamanın geçmesini isteriz de bundan medet umarız, oysa can sıkıntısının çoğu türünün zamanla doğrudan bir ilgisi yoktur, bir tür eksiklikle ilgilidir. Bahsi zaman yönetimine bağlıyor Wittmann, duyguları akıllıca kullandığımızda canımız sıkılmıyor, hele bir uğraşımız varsa hiç sıkılmıyor. Çocukken vay başıma küller yağmasını isterdim ki o can sıkıntısından kurtulabileyim, zamanın hiç öylesi katılaştığını bilmem. Sonra bir şeyler buldum da ağır ağır akan bir derem oldu diyeyim, uğraştığım her şey hızlanmaya teşne akışı sabit tuttu, bisiklete bindim de kalp atışım hızlandı, buna karşılık aynı rota diğer kefeye tam geldi. Bir kitap okudum da zamanım yavaşladı, bir durak erken indim de eve yürüdüm, zamanım genişledir, hiç bilmediğim sokaklarda dolandım evde yoktum, ayaklarım yerden birazcık kesildi. Bir şeyin varlığından emin olmak için onun zamanı nasıl büktüğünü gördüm, nefes alıp verdikçe daha görünür oldu, mesela kızılgerdanın her üç saniyede bir transpoze etmesi sesini. Zamandır.
Cevap yaz