Ben böyle bir savrulmayı en son Thomas Ligotti okurken yaşadım, başka yazarlar da ayağımı kaydırdı ama kayacağı belliydi, Schweblin’de bir absürtlük atmosferi zaten mevcuttur hani, Tidbeck’te keza yine tuhaflıklar vardır da Pelevin’le Ligotti’nin ne yapacakları belli değildir. Şöyle, ikisi de sadece anlatırlar, anlattıkları bildiğimiz dünyanın dışındadır, bildiğimiz dünyanın içindedir de bildiğimize tutunduğumuz için anlatılanın farklı anlamlarına dikkat etmediğimiz için yanılırız, hikâye düşündüğümüzden bambaşka bir şeyle ilgilidir aslında veya bildiğimiz dünya yoktur, bambaşka bir evren kurarlar da o evrenin dinamiklerini bilmeden izleriz olayları, karakterleri, ne varsa. Bu sonuncusu Pelevin’e özel gerçi, fantastik kurgularına has. Saydıklarımın her birini öykülerle örnekleyeyim, “Mavi Fener” mesela, daha ilk cümlelerde kolundan çeker okuru: “Pencerenin dışında yanan fener, yatakhaneyi aydınlatıyordu. Fenerin ışığı mavi ve cansızdı, yataktan sağa doğru eğilerek görebildiğim ay da olmasa huzursuz olacak, kendimi tehlikede hissedecektim.” (s. 156) Çekildik, ışık mavi ve cansız, anlatıcı kendini tehlikede hissedebilirdi, yatakhanedeki muhabbet de hayalet hikâyeleri olunca sıkı bir gerildik. Tolstoy anlatıyor, adamın biri iki aylığına ayrılmış kasabadan, döndüğü zaman herkesin ölü olduğunu görmüş ama ölüler ölü olduklarını bilmiyorlarmış. Çocuklar soruyorlar, bir ölü ne zaman ölüdür ve canlı olduğunu sanıyorsa gerçekten canlı olmaz mı, çocukça muhabbetler de bu ölünün ölülüğü konusunu Tolstoy birkaç kez dile getiriyor, araya sokuşturuyor, nöbetçi geldiği zaman da hemen uyur taklidi yapıyorlar ve ölü olmadıklarını gösteriyorlar. Yetmiyor, ölü olduklarını düşünmeye devam edebiliriz çünkü görevli de ölü olabilir, ölüler uyumaz mı? Yoruma açık, fenerin ışığı rüzgârla birlikte sallanınca odadaki gölgeler yer değiştiriyor da anlatıcı kendi gölgelerinden bahsetmiyor, konuşanlar hakkında isimlerden başka hiçbir şey yok, ölüm muallaksa okurun yapacağı her yanlış yorum aşırıya kaçan yorumdur elbet. Muamma öykü, müthiş. “Yukarı Dünyanın Tefi” belki de en açıklamalı öyküdür, Pelevin yine karanlıkta bırakabilirdi çoğu şeyi de okura acıdığından mı artık, sonlara doğru mevzuyu açıklatıyor karakterlerinden birine. Başlangıçta Tanya, Maşa ve Tyimi’yi görürüz, trenle kırsala gitmeye çalışırlar. Tyimi kadın şaman adeta, Moğol yüzünde gizemli bir ifade var, üzerindeki ıvır zıvırlar mistik bir hava katmış, tam bir büyücü. Tanya anlatır Maşa’ya, Tyimi tef çalarak görünmeyen bir şeyle boğuşmakta, bazen Tanya’nın balkonunda uyumaktadır ve şehirdeki çoğu ruha el koymuştur muhtemelen, yine de havai fişek gösterisi olduğunda banyoya saklanır. Araya sıkışmış açıklamadan aymadım, biraz daha ilerlemem gerekti. Maşa’nın soruları bitmek bilmez, kırıntı anlamlarla yetiniriz, mesela Tyimi’nin üzerinde taşıdığı at nalı Aşağı Dünya’da çamura saplanmaması içindir, Yukarı Dünya için üflemeli bir aleti vardır, üfler de tuhaf bir dilde konuşmaya başlar. Varmak istedikleri noktaya gelmişlerdir, Tyimi ayini sürdürürken Almanca da konuşur bir ara, Aşağı Dünya’dan cehennemlik bir Alman gelmiştir. Maşa’nın aradığı Yukarı Dünya’dadır belki, farklı bir ritüel farklı bir adamı getirir, Binbaşı Zvyagintsev’le tanışırlar. Alman uçağında bir Rus, öldükten sonra Rusluğundan emin değil gerçi, her şey olabilir. Tanya’nın çalıştığı sektör süper bir buluşun eseri, başka bir memleketten biriyle evlenmek isteyen insanlar canavar gibi para ödemek zorundalarken Tyimi ölüleri diriltiyor, bu ölüler üç yıl kadar yaşadıkları için iş görüyorlar. Necromancer yani bu Tyimi, holo holo yaparak izdivaca yol açıyor. Tanya’nın anlattığı bir şey, Zyv’in anlattığı başka. Bir bahçesi var öte tarafta, çilek yetiştiriyor, evi var ama bunların üzerinde uzun uzun durup düşününce yok, bulanıklaşıyor. Çok sakin oralar, bir araba istese hemen evinin önünde buluyor Zyv, nereden geldiğine kafa yormuyor. Buraya kadar süper de nasıl bitecek öykü, Tyimi’nin çağırdığı diğer ruhlar arıza çıkarınca Maşa’ya kaval hediye edecek Zyv, eğer canı sıkılırsa kadın kavalı öttürüp adamın yanına gidebilir. Dönüş yolunda kavala bakıp duracak, üfleme ihtimali her zaman var, ölülerle diriler o kadar da ayrı değil birbirinden. Bu ölümle ilgili meselelerin çeşitlenmesi, konuların ilginçliği müthiş.
Ya “Kulübe No XII’nin Hayatı ve Maceraları” diye bir öykü var, böyle bir şey olamaz. Nota, söz, başlangıçta bir şey vardı ve başka şeyler oldu sonra, yani fotonlar Dünya’yı delik deşik ediyor, günde bilmem kaç ton toz düşüyor uzaydan Dünya’ya, bazı atomlar tokuşuyor da bir şeyler meydana geliyor, eh, kırsaldaki bir kulübeye üç raf takılınca kulübe de benlik duygusu geliştirsin bari, yavaş yavaş farkına varsın kendinin. “Dört bir yanda geniş, kavranamaz dünya uzanıyordu ve sanki burada, bu noktada bir süreliğine durarak dünyadaki yolculuğuna ara vermiş gibiydi.” (s. 144) Animistik haller, canlıyla cansızın birleşiminden doğan yorumlar, küçük bireysel özellikler derken bir kulübenin etrafındaki kulübelerle belli belirsiz ilişkisine dek gider mevzu, sonra iki insan gelir ve kulübeyi değiştirmeye çalışırlar, orta yere turşuluk hıyarla veya hıyar turşusuyla dolu bir varil bırakırlar ve varoluş sancısı yaratırlar kulübede. Bisikletleri götürürler üstelik, kulübenin yaşama en yakın olduğu anlar bisikletlerle hemhal olduğu anlardır oysa, bisikletleri “sevmektedir” kulübe, bisiklet olmak istemektedir çünkü o yığının devinimsel istikbali hayallerini süslemiştir bir kez. Garaj durumdan haberdardır, kulübeye tek bir şey gibi hissetmek istiyorsa bisiklet gibi hissetmesinin doğru olacağını söyler, öz bisiklete dönüşebilirse bir zaman dönüşecektir. Savaş çıktıktan sonra, kulübe rafları söküldüğü zaman cansızlığına geri döner de varilden saçılan kokuyla kendine gelir, mücadele etmeye başlar, bilinç parçaları arasında harp! Kıvılcımlar, yangın, kulübe bilincini çatıdaki tahta parçalarına saklar ama alevlerden kaçış yoktur. Yakındaki bisiklet hariç. İki insandan biri, kadın olanı kulübenin yandığını görünce üzüntüyle dönüş yoluna koyulur, yürümek ister de arkadan gelen bisiklet ödünü koparır. Yerden birkaç metre yukarıda, bineni yok bir bisiklet. Kadınla karşı karşıya gelir, öfkesini kusmadan göğe fırlar da kaybolur ortadan. Yani bu kadar ilginç bir öyküye bir daha ne zaman rastlarım bilmem, öylesi heyecanlandım, aklım başımdan gitti. “Nika” da iyi gerçi, buradaki şalala anlatıcının insanî sıfatlara sıklıkla başvurmasından doğuyor. Birlikte yaşadığı kişi/varlık her neyse anlatıcıdan daha genç, anlatıcının arkadaşlarınca sevilmiyor ve yurdundan çok uzakta, bir savaş suçlusu veya uzaylı mı? “Bazen onun, eski tarz komünistlerin nasıl bir şey elde edecekleri konusunda en ufak bir fikir sahibi olmadan yetiştirmeye çalıştıkları tip olduğunu düşünürdüm.” (s. 99) Bir varlık üzerinden ideolojik modellemelerin eleştirisi, beslenme alışkanlıklarının değerlendirilmesi mesela, yine bir koldan çekiştirmece okuru. Nika’yla konuşuyor anlatıcı, boş insan olmadığı için felsefeye de yanlıyor, anlattıkça anlatıyor da nedir bu Nika veya kimdir, neler olmaktadır? Son cümlede ortaya çıkar da çıkmasa daha mı iyiydi diye düşünüp duruyorum bir saattir, okuru kurtarmak adına öykünün kusursuzluğunu feda etmenin bir örneği mi o son cümle diye düşünüyorum, Pelevin’in öyküleri üzerine sabahtan beri düşünüyorum da her gün yeni bir hayrete düşebileceğimi bilmek mutlu ediyor, Pelevin gibi yazarların yüzü suyu hürmetine yaşıyoruz valla. Hele “Münzevi ile Altıparmak” diye bir öykü, aman Allah yahu, aman Allah.
Mü-kem-mel. Ne öyküler!
Cevap yaz