Beyoğlu’nun sinemaları, çocukluğun bir parasıyla alınan büyük mutluluklar, bayram sabahları, bayram akşamları, Beyoğlu’nun seks filmleri oynatan sinemaları, değişim, mutsuzluk, geçmişteki “ben”in bir başkalığı, bir başka kişiliği, kalem tutan parmakları oluşturan bütün moleküllerin yıllar içinde değişip bambaşka parmaklara dönüşmesi ama parmakların hâlâ aynı bilince, bilişsel yapıya ait olması. Delirtir bu sonuncusu. Anılardan fışkıranlara devam: Behçet Necatigil’i hastanede ziyaret, son bir kez geriye dönüp bakmak, Necatigil’in dolu gözleri. Külebi de anlattı aynı ânı, kimse dönüp bakmamış, kimse birbirine de bakmamış, gözlerdeki yaşlardan çekinmişlerse. İki anı aynı noktaya pencere, ne fark. Külebi daha hüzünlü, üniversitenin başında tanıştığı arkadaşını ölmeden son kez görüyor hastanede, üzüntüyü sesletmiyor da iğneleyiciliğini sürdürüyor, Necatigil de aynı havadan devam edince sevinmiştir, orada olmasına rağmen aslında ölüm de yok, tıpkı acı. Akbal için bir anı, yakın arkadaşın kaybı hatırlamaya, anlatmaya değer bir yaşantı, öykülerindeki gibi özel bir ânın genişletilmesi. Şiirlerle donatılmış, şair kendini şiirinde anlatamıyorsa hiç anlatmamalı, yazmamalı hatta, Necatigil o evleri tek bir evden devşirdiyse, kendi evinden, Calvino’nun hissine yakındır, Akbal’ın dediğine çıkar konu. Beyoğlu’nun ara sokakları, arkadaşlıklar, Necip Fazıl’a duyulan öfkenin dinmesi diyeceğim, “sabık şair”in ölümünden sonra yazılmışsa bu yazılar bir nevi af. Yine sokuşturmalar var, yaşlılık şiirleri “‘şiir dışı’ örgütsel çiziktirme” olarak görüyor Akbal da gençlik dönemi şiirlerini övüyor arkadaşının ve ilk yayımcısının, en azından adını anıyor, yıllar önceki yazılarında onu da yapmıyordu. Çok lüzumsuz ama aklıma gelmişken sıkıştırayım, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Romanyalı eşi, “sonradan” Eren Eyüboğlu hızla evleniyorlar da evleri yok. Necip Fazıl kapısını açıyor, diledikleri kadar kalabileceklerini söylüyor. Üç gün sonra da yolluyor evden, tuhaf. Evet, 1946’da Salâh Birsel, Edip Cansever, bir iki kişi daha, otururlar ve sohbet ederler, oturmadan önce veya sonra vapur faslı, Necip Fazıl’la karşılaşır Akbal, haftada bir kısa yazı yazma karşılığında yirmi liraya anlaşır. Ertesi gün tartışma, Akbal’ın günlüğünden okuyoruz: Tevfik Fikret’ten yana olanlar Özdemir Asaf ve Oktay Akbal, karşı tarafta Necip Fazıl. Trenle Erenköy’e gelirler, Akbal’ın büyükbabasının evi oralarda bir yerde, ara sıra Necip Fazıl da trene biner, karşılaşırlar. Her şey yavaş yavaş değişmektedir o sıra, Tan Baskını’yla birlikte Necip Fazıl bir garipleşir, eski dostluklarından eser kalmaz. Eski arkadaşlarını eleştirir Necip Fazıl, söylenmeyecek şeyleri söyler, Akbal kızmış olacak ki arada sırada dokundurur, yazılarında delik deşik eder kişiyi. Oysa tifoya yakalandığı zaman Necip Fazıl’ın ziyaretiyle çok mutlu olmuştur zamanında, iyileşeceğini temin eden arkadaşını gerçekten sevdiği için yitimin öfkesini taşımaktadır Akbal, yıllarca taşımıştır, muhtemel. Kırıklar çok, biri Ilgaz’ın kaktırmasından. 1947’de Valdebağı Milli Eğitim Prevantoryumu’nda tedavi görmektedir Rıfat Ilgaz, ilginçtir, aşağı yukarı yirmi yıl sonra aynı binada Hababam Sınıfı çekilecektir. Neyse, ziyaretine Necatigil, Cumalı, Tirali ve Akbal dörtlüsü gelir, sonra Ilgaz bu olayı anlatırken Tirali’nin ziyaretle ilgili bir yanlışını düzeltir ve Akbal’ın adını dahi anmaz, unutmuştur muhtemelen geldiğini. Günü gününe günce tutmanın öneminden bahseder Akbal, anıların yanıltıcı olabileceğini söyler de karşı çıkar Ilgaz, adı sürekli değişen paşaların da gösterdiği gibi sık sık aramalara maruz kalmakta, tehdit edilmekte ve ara sıra hapse girip çıkmaktadır, dolayısıyla öyle açık açık anlatmak yanlıştır, günceler büyük sıkıntılara yol açabilir. Saf korku, Ilgaz ilk eşinden bu yüzden ayrılmıştır zaten, soruşturmalara yol açacak anılar hiç yazılmamalıdır. Akbal güncenin niteliklerine bağlar mevzuyu, yine de tutulması gerektiğinden bahseder. Günlük ve günceyle ilgili görüşü dikkate değer bir yandan, ileride yayımlanacak kayıtlara “günce” denmeli, bu kayıtlar belli özelliklerdeki bilgileri içermeli. Daha sıradan, gündelik yaşama dair kayıtlara da “günlük” denmeli. Bu da yayımlanır ama günce daha bir okunasıdır, yazarının kişiliğini daha bir yansıtır.
Erenköy, Yenikapı’daki kahve, Şehzadebaşı, Vezneciler. Ahmet İhsan Basımevi’nin arka odasındaki muhabbetler yüzünden ömrünü edebiyata bağlamıştır Akbal, gerçi daha çocukluğunda yazmıştır da yayımlamıştır yazılarını ama tanıştığı insanlar, ettiği muhabbetler olmasa yazıdan kopan dostları gibi ağır ağır uzaklaşacaktı belki edebiyattan, hayhuy içinde beyhude bir yaşam olacaktı onunki. Gazeteciliğe başlamasıyla birlikte maişetini temin etmeye başlayınca dergilerden gelecek üç beş liraya bel bağlamaz artık, yazdıklarını da iyice bütünleştirir, tek bir türe indirgemeye çalışır. Çalışmaz, doğal bir seyirdir bu, kendiliğinden olur. Öyküleri denemeye yakınlaşır, köşe yazıları öyküleşir, zaten türlere de pek “inanmamaktadır” Akbal, taştığını bilir de bir türe sokuşturmaya çalışmaz. Dilediğince yazar, baştan beri kimseye neyi nasıl yazması gerektiğini sormamıştır. Rilke’den alıntılarla besler bu görüşünü, kişi bir ehilden fikir alacağına kendini doldurup yetkinliğiyle dökse o coşkuyu veya her neyseyi, yazmak odur. Kendisine gönderilen çoğu eseri okumadığını söyler Akbal, görüşlerine ihtiyaç duyanlara kedi yollarını çizmelerini tavsiye eder. Kendi zamanında da iyi eserlerin mutlaka kıymet görmesi zordu bence, yine de savunur bunu, nitelikli eser yüzeyde kalacaktır. Günümüzde çok daha zor bu, çığırtkanların sesinden çoğu iyi metin duyulmuyor ne yazık ki, eleştiri de tıkandığı için vasat metinlere mahkumuz. Ayrı konu, Akbal’ın da eleştiriye pek yanaşmadığını söyleyebiliriz, bir tek Aziz Nesin’in şiirlerine dokunduruyor ki aralarındaki husumetin etkisidir bu muhtemelen. Akbal bir yazısına takıyor Nesin’in, bir yazar kendini büyük yazar olarak görmeli miymiş, neymiş o geleceğe kalmak, böyle şeyler. Nesin şaşkınlığını dile getiren bir iki yazıyla karşılık veriyor, sonra iş tatlıya bağlanmıyor muhtemelen. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiirlerini genel olarak beğeniyor Akbal, bir örnek. Birsel’in metinlerini başlarda beğenmediğini söylüyor, onca üfürme sözcükten gına gelmiş de neden gelmiş, bilmiyor. Fethi Naci’nin eleştirilerinden etkilendi muhtemelen, Naci o âlempüsür dilden gördüğü pozu beğenmediğini defalarca dile getiriyor, Akbal görmüştür belki o eleştirileri. Sonradan beğenmiş ama, o sözcükler Birsel’in metinlerini zenginleştirmiş, son karar bu. Özdemir Asaf eski arkadaşı Akbal’ın, onun şiirlerini de beğeniyor ve çocuksuluğunu özlemle anıyor. Yaşamla doluymuş Asaf, pek az kimse onun kadar yaşamış ve yazmış, evi defterler dolusu yarım kalmış şiirle doluymuş Asaf’ın, bazılarını bir araya getirerek kaç kitap çıkarmış bilinmez. Aralara yine anılar, vah Beyoğlu, 1940’ların ağır, hoş atmosferi kayıp, kent değişiyor ve Akbal’ın hissettiği derin bir huzursuzluk. Son olarak kendini yenilemeyen yazarlardan bahsedeyim, Akbal’a göre yazar okumalı, çok okumalı, çok çok okumalı ve gününü bilmeli. Refik Halit mesela, yıllardır tek bir telif eser okumadığını iftiharla söylermiş de genç yazarların beş para etmediği hükmünü vermekten geri kalmazmış. Kendini beğenmişlikle de alakalı, sürgünde olduğu dönemde Kemal Sülker’e soruyor Refik Halit, kendi yazdığı öyküleri geçebilen öyküler var mı? Sabahattin Ali’nin kitaplarını gönderiyor Sülker, Refik Halit bir iki kitabı okuduktan sonra Sülker’e teşekkür mektubu yazıyor, Ali gerçekten de kendisini geçebilecek bir yeteneğe sahip. Geçip geçmemek bir yana, Refik Halit gibi bir yazarın okumadan eleştirmesi elin tersiyle itilmeli, şahane eserler ortaya koymakla bilgisiz infaz bambaşka şeyler.
Akbal’dan anı, öykü, fıkra karışımı metinler, iyidir.
Cevap yaz