Behçet Necatigil’le dört yıl dirsek dirseğe. Sevgi, çatışma, kıskançlık, iyilik, cömertlik, bağışlayıcılık. Mülkiye de kuvvetli ihtimaldir ama Külebi yazılı sınavdan öyle yüksek bir not alır ki sözlü sınavdan sıfır alsa bile girecektir Edebiyat Fakültesi’ne, üstelik 30 üzerinden 29’la. Cenap Şahabettin’in şiirini Külebi’den sonraki bütün öğrencilere inceletirler, Necatigil 14 alır. “Behçet karşısında tek zafer” budur, sonrasında Necatigil -o zamanlar “Necatigil” değil, “Gönül”- kopar gider, geceleri Yüksek Öğretmen Okulu derslerinde profesörün sorduğu soruları Necatigil hemen cevaplar, Külebi yarışı bir buçuk ay sonra bırakır. Arkadaşının Arapçası, Farsçası herkesten kat kat üstündür, Almancası zaten liseden beri çok iyidir, Rahmetî Arat onu Almanya’ya gönderir. Bir yıl sonra Külebi gidecektir Almanya’ya, öğrendiklerini kullanmaya kullanmaya unutacaktır ama Necatigil çevirileriyle ödeyecektir borcunu. “Sen birincilikle girdin ama kim birincilikle bitirdi?” diye de takılır Külebi’ye, fenalıktan değil de muziplikten. “Çok zayıf yapılıydı. Boynunda yılancık yaralarının izleri vardı. O sıralarda, Birinci’den de ucuz mavi yazılı bir sigara vardı. Onu kendisine yapılan enjeksiyon teneke kutularına koyar, ama az içerdi. Sonraları çok sigara içti. Ciğerlerini çürüttü. İkimiz de birbirimizi garip bulurduk. Ben onun, sessiz, ama sırasında ateş gibi, dengeli durumunu, o da benim hiç de ozana benzemeyen sabahtan akşama değin voleybol oynayan, canlı durumumu garip bulurduk.” (s. 88) Aruzla bir taşlama yazar Necatigil, yırtıp yok eder, Külebi pek memnun olmamıştır çünkü. Kılçığı bitmez, Necatigil’in her ay Varlık‘ta şiirlerinin çıktığı dönem Külebi şiirini yoğurmaktadır da henüz işin içinden çıkamamıştır, denemelerini sarı defterde tutmaktadır. Necatigil defteri bulup okur, dizeleri herkesin içinde yineleyerek alay etmeye başlar. Külebi kibarca uyarır, mevzu devam edince “Sıvas işi ağır bir sövmeyle döveceğini de bildiren bir çıkış” yapar, Necatigil susar artık, sporcu arkadaşından sopa yemek istemez. İlk şiirleri yayımlandığı zaman tebrik eder üstüne, Külebi’nin gönlünü alır ama almaz da, çıkan şiirlerden pek kimseye bahsetmez. Dört yıl iyi kötü geçer, Necatigil fakülteyi üstün başarıyla bitirir, bitirme tezinin altındaki imzalara ve bitirme notuna baktığımızda tezinin yoğunluğu anlaşılabilir. Profesörler Necatigil’i asistan yapmak isterler, hatta yıllar sonra Alman Filolojisi’nde asistan olması da teklif edilir ama ozan olmakla yetinir, fazlasını istemez. Külebi’nin asistanlığa ve Necatigil’in istidadına dair yazdığı bir mektubunun üzerine şunları yazıp mektubu geri gönderir: “Rica ederim, böyle şeyler yazma, karım da sana inanıp gerçek sanıyor, beni zorluyor, huzursuz oluyorum.” Savaş yıllarına geleyim, 1940’ta öğrencilik biter bitmez yedek subay okuluna birlikte girmeye karar verirler, Külebi’nin İzmir’deki nişanlısını görmeye gitmesi yüzünden geç kalırlar, yolları ayrılır. Birine Antalya, diğerine Kars’ta öğretmenlik ayarlanmıştır o sıra, dönüşte hemen intikal edip vazifeye başlayacaklar. Külebi’nin tavsiyesi arkadaşının Antalya’ya gitmesidir, zaten -muhtemelen- sağlık nedenlerinden ötürü Necatigil’in Antalya’da öğretmenlik yapması uygun görülür. Necatigil bu işin altında Külebi’nin olduğunu düşünerek çok kızar, yetkililere giderek Kars’ta öğretmenlik yapmak istediğini söyler ama kararı değiştiremez. Bir süre küs kalırlar, sonra barışırlar, Necatigil’in İzmir’de levazım subayı olarak sürdürdüğü askerliği sırasında Külebi ziyarete gelir ve bir hafta gezerler, hasret giderirler. Külebi birkaç şiirini okur bir gün. “Behçet o denli heyecanlandı ki, yarı ciddi, yarı şaka, gülerek ‘Tuh Allah kahretsin’ diyerek çantasını fırlatıp attı.” (s. 91) Yıllar geçer, zaman tekerlenir, bir gün Oktay Akbal telefon eder ve Necatigil’in akciğer kanserinden hastaneye yatırıldığını söyler. Külebi devletle çok içli dışlıdır artık, kültür kurumlarında yıllar boyu çalışmıştır, acaba Ecevit’ten yardım isteyebilir mi? Külebi bürokratik anlaşmazlıkları sıralayıp Ecevit’e gitmekten çekindiğini söylüyor bu noktada, neyse ki bir başkası gitmiş. Ne olmuş sonra, AP’li İsmet Sezgin duruma el atmış, “Hoca, biz sanatçılarımıza her zaman hizmet ederiz,” demiş. Son sahne artık, 1979, Oktay Akbal ve Sami Karaören’le birlikte Cerrahpaşa’ya gidiyor Külebi, üç kişilik odada kalan dostunun yanına. Cumartesi pazar evine gidebilir ama gitmemiş Necatigil, yatakta oturup kitap okuyor. Geceleri sabaha kadar uyuyamadığını, pek bir şey okuyamadığını, diğer hastalar uyanmasın diye ışığını bile yakamadığını söyledikten sonra karar ânı Külebi için, duygusallığını yenmeye karar veriyor ve eski iğneleyici tavrını takınıyor, Necatigil de kılıcını çekiyor çünkü başka türlü mücadele edemeyecekler hüzün ve ölümle. “Yattığı oda zemin katta ve kapıya yakındı. Bizi dış kapıya dek geçirdi. Üçümüz önde o arkamızda, dördümüz gözyaşlarımızı göstermemek için öyle yürüyorduk.” (s. 92)
Devlet Konservatuvarı’nda müdür yardımcılığı yapan Külebi’nin odasına ince uzun, saçları dökük bir İstanbul beyefendisi uğrar, gülümseyerek eğilir. “Demek sen bizim akıllının arkadaşısın?” Ayağa kalkar, saygıyla mukabele eder Külebi, karşısındaki Mehmet Veli Kanık’tır, Orhan Veli’nin babası. İlişkileri yıllar önce başlamıştır, Külebi fakültede okurken ortak bir arkadaşlarıyla selam gönderir Orhan Veli, “Şiirlerine bayıldığımı Külebi’ye söyle,” diye tembihlemiştir. İstanbul’a geldiğinde tanışırlar, Felsefe Bölümü kitaplığında saatlerce sohbet ederler, Külebi 1945’te Ankara’ya geldiğinde dost olurlar. “Parada, işte, gösterişte gözü yoktu. Yoksulluk içinde temiz ve güzel giyinirdi. Herkesi şaşırtmaktan zevk duyardı. (…) Orhan Veli kadar öykünülen bir ozanın henüz Türkiye’de görülmediğini söylemek yanlış olmaz.” (s. 83) Matrak adamdır Orhan Veli, pozcudur, Tercüme Bürosu’nda ziyaretine gelenlere çay gelirken ona çay bardağında şarap gelir. Şu da var: “Biz ozanların çoğumuzdan daha az kıskançtı. Bir dingin pazar sabahı Kutlu pastanesinin önünde otururken geldi. Beni çağırdı. Ciddi bir şey söyleyeceğini sandım. Kırk elli adım yürüdükten sonra güldü: ‘Seni, orada şair kalmasın diye çağırdım” dedi. Oysa, o sabah Kutlu’nun önünde benden çok değerli arkadaşlarla oturuyorduk.” (s. 83) İşinde gücünde çok titizdir Orhan Veli, çeviri yaparken tek bir sözcük için günlerce düşündüğü olur, dostluklarında da titizdir ama güzellikler kısa sürer, hastanede sarhoş muamelesi gördüğü için erken ölür Orhan Veli, dostu Külebi’de bu anılarla birlikte yaşar.
Dıranas, çocukluk günleri, başka şairler, başka zamanlar, her şey bütündür Külebi’nin anılarında, her şey sıkı sıkıya bir aradadır, öyle ki bindiği atlardan beslediği kedilere, Sivas’taki eşkıyalardan Ankara’nın arka sokaklarına dek her şeyi berkleyip derlemiştir Külebi. Şiire dair söyledikleri ayrı mühim, misal 1940 Kuşağı’nın en genç şairleri olarak Cumalı’yla kendisini görür Külebi, İlhan’ın iddia ettiği gibi iktidarın belli isimleri silerek Garip şiirini öne çıkardığı doğru değildir. “Bizleri ikiye ayırıp şunları şunları Suut Kemal Yetkin, şunları şunları da Sabahattin Eyuboğlu korumuştur diye göstermesi ise gerçeklere uymaz. Suut Kemal’in Muhip, Cahit Sıtkı ve İlhan Berk’e belki yardımı olmuştur. Ama ne Behçet ne de ben, Suut Kemal’i, uzun yıllar karşı karşıya gelip tanıdık. Benim dostlarım başlangıçta Ataç, sonra Sayın Nahit Fıratlı ve Sabahattin Eyuboğlu’ydu. Onlara yakın olmaktan, onlarla yaşamaktan ve gerektiğinde yardımlarını da görmekten övünç duyarım. Muhip’e gelince, onu korusalar bile, kısa sürede kavga edip pabuçlarını ellerine verirdi.” (s. 68) Cahit Sıtkı’yla Dıranas’ın bölümleri de pek hoş, biraz buruk deyip bitireceğim, işe gideceğim, Külebi’nin en son ben lisedeyken okuduğum şiirlerine bir kez daha bakacağım, sonra Külebi’nin kızı Neşe Yaşın’ın şiirlerini de okuyacağım ve Yaşar Kurt’tan “Kamyonlar Kavun Taşır”ı dinleyeceğim. Dinleyelim.
Cevap yaz