Dal’a “Gurbetçi Cortázar” demişler. Gerçi başka bir metnini göz önüne alarak demişler, bu kitaptaki öykülerinde Cortázar’ı anıştıran bir iki öge hariç Cortázar yok. Az var. Bu öykülerde, gurbetçilik, Almanların gurbetçileri pis etmeleri, Almanların gurbetçileri pis etmelerine dair abartılı söylemler, önyargılar, aşırı örnekler, işçi sınıfının mücadelesi, aile dramları, kültür çatışması, biçimsel bir iki takla. “Yanılgı” diyelim, üç açıdan sırayla göreceğimiz bir mevzu. Evlatlık verilmeden önce adı Başar olan çocuğun adı artık Josef, yeni aile tam Alman ve çok seviyorlar çocuğu, geri vermek istemiyorlar. Anneye akıl vermişler, dilmaç Kemal yaparmış işini de hukukun arkasından nasıl dolansın, itle dalaşmaktansa çalıyı da dolanamıyor. Kemal anlatıyor bir bölümü, anne her gün gelip zari zari ağlıyor da ne çare, İhsan’ın işten çıkarılınca korkup çekip gitmesine, annenin açlıktan ölmesin diye Başar’ı evlatlık vermesine ne çare, İhsan sözde amcasının oğluymuş da madik atmış, hiç beklemezmiş anne. Kemal bir çözüm bulmak için Alman bir avukata gitmiş, yasal pişmanlık süresi de geçtiği için zormuş ama bir şeyler yapmaya çalışacakmış. Josef’in dünyadan haberi yok, rahat evinden sokaktaki yokluğu gösteriyorlar. “Seni belki de Türkiye’ye götürecekler. Sonra da artık ne olacağın belli değil oralarda. Sümüklerin akıverecek, silmiyecekler bile. İşte görüyoruz burda; nasıl kirli suratlı, sümüklü dolaştırıyorlar çocuklarını sokaklarda. Karnın acıkacak, ağlıyacaksın. Bizdeki gibi güzel mamalar bulamıyacaksın ki seni götürdükleri yerlerde. Televizyonda hep gösteriyorlar Arap çocuklarını, Türk çocuklarını; nasıl üstlerindeki giysiler liğme liğme. Ayacıkları kirli ve çıplak… Televizyonda gösteriyorlar ya bunları, bizimkilere ders olsun diye.” (s. 12) Anne çok acı çekiyor, yargıçlar durumda bir yanılgı olduğunu anladıkları için rüzgâr anneden yana esiyor ve son duruşmada çocuk geri dönecek gibi duruyor da o sabah yakalanıyor İhsan, kaçakmış, anne yanmamak için açık ediyor dümeni: Josef’in ailesinden para almış, İhsan çocuğu geri alıp daha pahalıya satabileceklerini düşünmüş de o yüzden açmışlar davayı. Finalde çözülen gizem. Görüş açıları değişmese bayağılığa düşebilirdi, düşmedi öykü. “Ağlama Değmez…” düştü de çıktı yine, anlatıcı kadının dili alımlı. Selma’nın ağladığını söylüyor, geldiğinden beri ağlıyormuş kadın, gözlerinden yaşlar süzülüyormuş, sessiz. Yan yana çalışıyorlar, konuştuğunu veya dedikodu yaptığını duymamışlar Selma’nın, ya kahve içerken kitap okur ya da hiç konuşmadan dinlermiş kadınları. Anlatıcıya göre biraz burnu havada, küçük mü görüyor onları nedir, ama esaslı kadınmış çünkü Almanca bildiği, az biraz üniversiteye gittiği için dilekçedir, protestodur, ne varsa ilgilenirmiş, her işlerini görürmüş kadınların. Konuşmuyor bir, zaten kadınların muhabbeti de ya Ferdi Tayfur ya Bülent Ersoy. Bir gün dayanamıyor anlatıcı, Selma’nın neden ağladığını soruyor, içten. Sarılıp hüngür hüngür ağlıyor, derdini anlatıyor kadın, o fabrikaya gelmeden önce çalıştığı ışınlı mışınlı yerde gövdesine o ışıktan değmiş, o günden bu yana kısırmış Selma, eşi boşanma davası açmış. Fabrikanın şefleri kimseye söylemesin diye sıkıştırmışlar Selma’yı, bilgi yok ama çalışma izninden vurmuşlardır. Anlatıcı da hikâyeyi sıradan kişiliğine dayanarak sıradan bir biçimde bitirmiştir, ne yapacağını bilemediğinden Zeki Müren’in şarkısını söyleyip hayatın gözyaşlarına değmeyeceğini belirtmiştir. Evet. Bunlar iyi kötü öykü, yine okunası da esas öyküler üçüncüyle birlikte başlıyor. “Merhaba Berlin!” bölümlere ayrılmış, her bölüm bir şeylerin üzerine anlatılan kısa hikâyeciklerden oluşuyor ve anlatılan şey neyse ona göre biçimleniyor, misal ilk bölüm “zaman” üzerine, anlatıcı kırkıncı yaşına gelmek üzere olduğunu, Berlin’e geldiğinde otuzunda bile olmadığını söylüyor. İkinci bölüm “Onlar Üstüne”, anlatıcı onları düşünmekten vazgeçtiği, oralara çalışmaya gelmişleri umursamadığı için rahat. Buruk. “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?” havası var üstünde, sünnet düğünü yapanların küvette kurban kesmeleri, polislere kocaman kurban etleri vermeye kalkmaları, dansözlere Mark yapıştırmaları, rüşvetleri, kadınların kocalarını kıskanıp bıçaklamaları, erkeklerin birbirlerini bıçaklamaları, sonu gelmez bir gerilik. Eşiyle tanışmasa boşa kürek çekmeye devam edermiş anlatıcı, tüm o yaptıklarına gülen insanlara medeniyeti göstermeye çalışırmış, sanayi tarihi yüzyıllarca geriye giden Berlin’den feyz almaya çalışmalarını söylermiş. “Onlar Üstüne Doğrulamalar”: Çağrıldılar da geldiler, çağrılmadan geldiler, kovulanlar tellerin altından sürünüp geri döndüler, kendi isteklerince kaldılar veya döndüler. “Ben’im Üstüme”: Türkiye’den kaçıp gelmiş, bir nevi misyonerlik onunki. Neden onlarla birlikte olduğunu anlamıyorlar, dalga geçiyorlar, sövüyorlar bazen. Kreuzberg’den manzaralarda uyum sağlayamamaktan başka pek az şey var, belki Doğu’dan gelecek tehlike. SSCB gelirse çalışma kamplarına gönderir, aslında pek bir şey değişmez. Yeni bir Hitler gelse de değişmez, bu kez ucunda ölüm olur. Haybeye uğraş, en sonunda evleniyor da onların dertlerinden kurtuluyor anlatıcı, eşiyle mutlu. Gerçekten, ters köşe yapmıyor sonda.
“Masal Gibi” azıcık çarpık gerçeklik, mümkünden de pek uzağa düşmüyor. Hastanenin salonunda sessiz bir kıpırtı, gazeteciler hazır, seyirciler sandalyelerine yerleşmiş. Bay Grimm koşar adımlarla kürsüye çıktığında herkes dikkat kesiliyor, son buluşunu açıklamadan önce ânın tadını çıkarıyor Grimm. Azgelişmiş bir ülkeden gelen denek “yoğaltma ve atma” gösterisi sunacak, Batı uygarlığının kendine çevirdiği namlu: Kâzım Erdemir. İlaç vermişler de sessiz sakin duruyor başlarda, etki geçince eli kolu titremeye başlıyor ve alışveriş yapabileceği seyyar bir alana saldırıyor resmen. Ne varsa, ne bulduysa kasaya fırlatıyor, daha fazlasını bulmak için koşturup duruyor, alışveriş kuduzu. Ortalığı dağıtmadan önce anlattığı hikâyesi gri mizah diyeyim, çalışmaya başlayınca başını sokacağı bir yer tutabilmiş, eşiyle birlikte iyi kötü geçinip giderlerken kazançları arttıkça daha fazla almaya, harcamaya, tüketmeye başlamışlar. İki odalı ev üç odalı sonra, araba, şu bu derken kayış kopmuş, sadece almaktan ve atmaktan ibaret bir yaşama dönmüş onlarınki. Şeyler Perec’inin sesini duyabiliriz burada. “Çünkü kimse evimizde gönlünce yürüyemez ve kıpırdayamaz oldu. Ev içinde kolayca yanyana gelemez olduk. Ve ben o zaman anladım ki, yakında artık birbirimizi yeteri kadar göremiyeceğiz. Birbirimizle koklaşıp, konuşamıyacağız. Alıp alıp getirdiğimiz onca eşya yüzünden evimizde bir konuşmazlık ve de bir sevgisizlik başlıyacak.” (s. 33) Deneyin sonlarına doğru cinnet yayılır, seyirciler de seyyar alana saldırırlar, hatta Grimm bile yardımcısının eline bir liste tutuşturur.
“Buzul Döneminden Haberler” Hârun Karadeniz’in anısınadır, aslında iktidarın katlettiği tüm aydınların adına. Haberlerin altına uydurulmuş anlatılar, benzer bir biçim kullanıldı da böylesi bir eğretileme, hikâyeleme içeriği yeni. Gökyüzünün maviliklerini yitirmesiyle ilgili ilk haber, Eylül’den itibaren dünya siyah beyaz. Hangi Eylül olduğu belli, mevzu Mart’la da ilgili olduğundan bu renk kaybını muhtelif mevsimlerde görebiliriz. Mavinin kullanılması yasaklanmamıştır da sarılar, fabrikalardaki çalışma renkleri, boğucu griler artmıştır, kapalı bir tutukevidir dünya. “Evlerde olup bitenler bir soru imiydi. Bu im; yöneticilerin, doğaldır ki fabrika sahiplerinin uykularını daha bir karartıyordu: Mavi unutulmuştu ama, acaba güneşi çağrıştıran sarı renkler duvar boyalarında, saksılardaki kış çiçeklerinde, kafeslerde beslenen kuşların tüylerinde insanları hâlâ beyaza, griye, karaya karşı kışkırtıyorlar mıydı?” (s. 42) Bu ilk hikâyecik, haberler değiştikçe konular, gerçeküstü meseleler değişir, insanın acısı aynı kalır.
Dal’ın öyküleri günümüzde de yeni, her öykü her okunduğunda yeni de bunlar zamanın pasını da silker.
Cevap yaz