Aslında birden çok delilik, küçük küçük. Ekranlardan gerçek yaşama indirilen karakterler, korkularıyla kendi kendini delirtenleri, beklentileri yüzünden şimdilerine ket vuranlar derken çarpık gerçekliklerin arasında kalıveriyoruz. Epigraf Macbeth‘ten, aptalın anlattığı masalların kuru gürültülerle ve deli saçmalarıyla dolu olduğuna dair. Anlatıcının karakter olmadığı sürece delilikleri son derece aklı başındayken anlattığını belirteyim, gözlemci gözlemciliğini biliyor, oyunlara pek katılmıyor ama kahramanların dilinden imgeler dökülüyor. Bakalım.
“Bir Küçük Delilik”, ritüellerin gerçekliğini kıran delilikle ilgili. Kadın tel süzgeci iki defa yıkıyor, aynı anda, “Bugün gelecek,” diyor. Bazen içinden, bazen dışından. Birazdan gelecek olan, bugün gelecek olan kim, bilmiyoruz ama sürekli tekrarlanıyor bu. Ev işleri de tekrarlanıyor, çamaşırlar yıkanıyor, bulaşıklar yıkanıyor, evde sürekli bir iş, kadın durmuyor. Evdeki adam bu bitmeyen işlere sinirleniyor ama kadını durdurmaya yönelik pek de bir şey yapmıyor. Dışarıda lodos, çarşafı uçuruyor, kadın da çarşafla birlikte havalanırken vapurların iptal olup olmadığını düşünüyor, belki gelemez diye korkuyor, bu sırada alt kattan bir bağırış, komşu kadın kaba, çarşafı alıp almayacağını soruyor bizimkine. Uyanış, ayaklar yere basıyor, pencere kenarı. Yumuşak bir cevaba karşılık “oyun hamuru gibi yumuşayan” kadın misafirliğe geliyor, elinde çarşaf. Ev kitap dolu, evin erkeği mi okuyor bunları, öğretmen mi? Bizimki iç monologlarıyla tepkilerini tartıyor, patavatsız kadınla sosyalleşmek üzere o an programlanan bir makine gibi. İşler bitse, şu kadın gitse romanını okumaya devam edecek, eşyalardan ve insanlardan uzak, sağlıklı bir gerçekliğe -kurmacaya- dönecek ama kapı çalıyor, gelen “o”. Düşüncelerini dışarıya kaçırdığı sırada bitiyor öykü. Bir delilik tasviri. Son öyküyle bir bütün oluşturacak, meseleyi “gerçek” adamdan dinleyeceğiz son öyküde. Bir iki aksaklığı var: “Bulaşıklar bitince rahatlıyor kadın. Çok rahatlıyor, çünkü uzun sürüyor.” (s. 13) Bulaşıkların uzun sürmesinden bahsediliyor muhtemelen ama rahatlığın uzun sürmesi de mümkün, hatta bu rahatlığın uzunluğundan rahatsız olup bulaşıkları tekrar durulamaya geçtiğini düşünürsek ikinci anlam iyice yoğunlaşıyor. “Özgürlüğünü ilan etmiş bir kahraman duruşuyla, asil pozlarla sallanan çarşafa bakıyor bir an.” (s. 16) Özgürlüğünü ilan etmiş bir kahraman olan kadın mı, çarşaf mı? Asil pozlarla sallanabilen bir çarşaf özgürlüğünü ilan etmiş bir kahraman da olabilir zira. Anlam bulanık biraz.
“Korku”, korkunun yarattığı gerçeklik olasılıklarına dair. Tayin olduğu kasabada iki yıldır çalışan, köpeklerden ölümüne korkan ve Ali Abi’sini bırakıp koşarak evine sığınan anlatıcının yarattığı senaryoları, bu senaryoların her biri için kendince bulduğu çözümleri görüyoruz. Köpekler Ali Abi’yi öldürmüş olabilir, Ali Abi köpeklerden kurtulup kahveye giderek anlatıcının ne kadar korkak olduğunu ahaliye anlatmış olabilir, o zaman anlatıcının tayin istemesi, oradan toz olması gerekir, Ali Abi eve geldiği gibi anlatıcıya hakaret edebilir, bu durumda kasabada sevdiği tek insandan hakaret yiyen anlatıcı ne yapacak? Ölümü en son düşünüyor, bu durumda üç güne kalmaz köpeklerin toplanacağını öngörerek akışı kesiyor, bitiyor öykü. Biraz havada kalır gibi, olasılıkların dökümünden sonrası yok, gerçi paranoyanın da bir sonu olmadığı için karakterin psikolojisiyle uyumlu bir son olduğu söylenebilir bunun. Kaygı üretiminin, senaryoların sonu geldiğinde anlatacak bir şey kalmıyor, tahkiye o noktada bitiyor.
“Her Şey Yerli Yerinde, Herkes Yerinde” adlı öykü özdeşimin imkansızlığından doğan bir yarımlık üzerine. Yolculuklar, köyde geçirilen tatiller, yaşanan her şey biricik ve başkasına olduğu gibi aktarmak gibi bir edim mümkün değil, bu yüzden başkalarının yaşadığı benzer olaylar da gerçekten yaşanmamış sayılabilir ki karakter bir yerde arkadaşından dinlediği, kendi anısına benzer bir anının gerçekliğine inanmıyor, sanki sadece kendi anıları gerçekmiş gibi. Aynı şekilde köydekilerin İstanbul hakkında anlattıkları da yalan, zira karakter köydekilerin köyden hiç çıkmadıklarını düşünüyor, tabii bunun doğru olup olmadığını bilmiyor ama İstanbul dışında, köyde, alaturka tuvaletlerin ve tezek kokularının hükümranlığında anlatılan İstanbul anıları, eh, biraz yalandır tabii, köy yaşantısına uymaz çünkü, kentle kır birbirine uymaz, o ortamda uymaması gerekir. Bunun benzeri bir durum bu kez kentte yaşanır, anlatıcı okula döndüğünde herkes ona aynı insanmış gibi davranır, oysa o köyden yeni deneyimlerle gelmiştir, aynı insan değildir ama kentte köyün yarattığı farktan bahsetmek mümkün değil, kentin kendi rutini var, bireyselliğe yer bırakmıyor bir yandan, herkes tekleşiyor, sınıfta ayrımlar ortadan kalkıyor. Anlatıcının ayrıksılığıysa bütün bir öyküyü oluşturuyor, şu cümle özet niteliği taşıyabilir: “Şimdi bir vapurun içinde Kadıköy’e geçerek bir kıta değiştiriyorum, diğer yolcular sadece Kadıköy’e gidiyorlar.” (s. 31)
“Bedduası Tavşanın”, hapiste geçirdiği onca yıldan sonra evine dönen Deli/Uzun/Avcı İrfan’ın bir tavşanın bedduasına alet olmasına dair. İki arkadaşıyla birlikte ava giden İrfan, arkadaşlarından birinin hamile bir tavşan vurmasına kinleniyor, tavşan avı yasak o dönem. Çekip vuruyor adamı sonra, hapse giriyor, eşi ve çocukları evi bırakıp gidiyor, İrfan yıllar sonra eve dönüyor, payam ağacının geçen yılların tanıklığı hâlâ taze, bir yandan ağacın haliyle bağlanıyor öykü, diğer yandan İrfan’ın jandarmalar gelmeden az önce yazdığı kâğıt parçasıyla. Neyse, hapisten çıkıp eve döndüğünde kâğıda yazacağı şeyi biliyor. Her şey bir tavşanın bedduasından ibaret. Adamın deli olduğu zaten söylendiği için arkadaşını çekip vurması için tavşan bedduasından daha mantıklı bir gerekçe oluyor elimizde, yoksa sade bir beddua yeterli olmayabilirdi. Bir de şu var: “Düşüncelerini yıllar önce bir kâğıda doldurmuş; kâğıt parçası, zarfa konup bir mektuba dönüşmeden gürül gürül yanan sobanın deliğinden sokuluvermişti titreyerek. Kâğıt saniyeler içinde köze dönerken boşalan rakı testisini koklamıştı. Kırk yaşının başlarındaydı uzun boyu, deli bakışları ve duvardaki tüfekte asılıydı avcılığı.” (s. 33) Benim lüzumsuz pimpirikliğim olabilir belki, anlamın belirgin olduğu söylenebilir ama takıyorum ben ister istemez, mesela sıralı bir cümle var burada ve ikinci cümlenin yükleminden kâğıdın titrediğini anlıyoruz. İkinci cümlede kâğıdın boşalan rakı testisini koklama ihtimali bir an için kıymık gibi batıyor ama üçüncü cümlede toparlanıyor bu. Uzun boyun ve deli bakışların kırk yaşındalığı hoş bir anlatım şekli.
Diğer öyküleri bırakıyorum, okunmaya değer öyküler, Uçar’ın anlatım tekniği belli bir konsept oluşturuyor bu öykülerde, uç denemelere varmayan, yer yer kısa cümlelerle peklenen, çokça dağılmayan anlatılar var, hoş. Benim favorim son öykü, “A Noktasından Yusuf’un Kuyusuna”. “A Noktası” bu öyküleri baz alırsak ilk öykü, birbirlerini tamamlıyorlar. Bu öyküde Kış Uykusu havası da var biraz, karakterler açısından. Güzel bir şey.
Bir iki çapağa daha değinerek bitireyim. “Ağaç savrulmaya başlayan kar tanelerine, hızlanan rüzgâra karşı korunmasız; ağırlığınca dayanmaya çalışıyor.” (s. 36) Noktalı virgül cins, Vonnegut’a göre kullanılmaması gereken bir şey ama isteyen kullansın tabii. Neyse, lakin burada bir sıkıntı var, noktalı virgülün kendinden önceki tümceyi anlamca açması gerekiyor ama burada sıralı cümlenin son parçasıyla noktalanan birleşik, açımlanmayan bir anlam var, dolayısıyla virgülün iş görmesi lazım. İkinci mesele, kırk yaşlarında bir adam, bir köylü, iyi halt etmiş arkadaşına, “Pis herif,” diyor, bilemiyorum. Üçüncüsü, “Bazen kitapçılara uğruyor, sırtlarını okşuyordum. Kendimi okşar gibi.” (s. 52) Kitapçıların mı sırtlarını okşuyor? Bağlamdan bir anlam çıkaramıyoruz zira hızla olup biten bir olay bu, öncesiyle ve sonrasıyla bu açıdan bir bağlantı yok. Bir iki noktalı virgül vakası daha var, bulamadım şimdi. Buldum, 45. sayfada, aynı sayfada bir de “Kafamı kaldırıp ta” vakası var, nazar boncuğu olarak takıyoruz.
Özetliyorum, derli toplu, özgün, iyi öyküler. Uçar’a bir şans verin, yerli öykücülerin elinden tutun.
Cevap yaz