Hoffmann’ın bu masalsı romanında masalsılık hemen imha edilir, anlatıcı -ara sıra kendini metnin yazarı olarak belirttiğine göre de yazar ama hemen inanmamalıyız buna, şahsen anlatıcı vukuatlı nüfus kayıt örneğini metne koysa bile inanmam, kurmaca metin sonuçta, neme lazım, hafazanallah- “bir varmış bir yokmuş” diye başladıktan sonra günümüzde hangi yazarın hikâyeciğine hâlâ bu girişle başlamaya cesaret edebildiğini sorar, bu girişin modasının geçtiğine, sıkıcılaştığına dair okur tepkilerini aktarır. Gerçi bu masalın yayıncısı varmışlı yokmuşlu başlangıcı koyma konusunda yazarı ikna etmeye çalışmış ama ödün vermemiş yazar, istediği şekliyle okuyoruz. Günümüz dediği 19. yüzyılın başı, romanın oturaklı bir tür haline geldiği zamanlar. Bölüm başlıklarında içeriğe dair ipuçları veriliyor ki buna Tom Jones dahil pek çok metinde rastlarız, çok daha eskiye dayanması olası, okurun takip etmesi için mühim bir hadise. İktisadını bilmiyorum, belki tefrika sürecinde okur metinden kopmasın diyedir, belki daha kısa metinlere alışık okura yol göstermek içindir ama esas yardımını hikâyenin karmaşıklığını görünce anlıyoruz, Tristram Shandy Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri‘nde olduğu gibi bu metinde de hikâyeler hikâyeleri doğurur, karakterler oradan çıkıp buradan girerler, bir anda geçmişin uzağından şimdiye dönüveririz, başımız da dönüverir, bu yüzden hatırlatıcı alt başlıklar iyidir. Yazar arada sırada kendini gösterir, bir düğünü uzun uzadıya anlatıp okurun canını sıkmayacağını, daha heyecanlı şeyler olurken sıkıcı şeylerle zaman harcamayacağını söyler, metni yazdığı sırayı pek anlatmaz da kalem oynattığını hissederiz ara sıra, anlatı ilerlerken bazı şeylerin neden öyle olacağını veya olmayacağını araya sokuşturur, dönemin klasik anlatı özelliği. Başka şeyler de var, hikâyeyi anlatırken değinmeli. Peregrinus Tyss’ün başından geçen çok tuhaf, çok karmaşık, bir o kadar bombastik olayları göreceğiz, zavallı gencimiz oradan oraya savrulurken tuhaf çatışmalara girecek, âşık olacak ve bir daha âşık olacak, sonra ilk aşkını yakın arkadaşına teslim ettikten sonra, böyle gidiyor. Takip etmek zor, Hoffmann kusurlu roman tekniği sayesinde Peregrinus’u hapse tıkmak ve bu yolla anlatının gidişatını değiştirmek için saraydan gönderilen bir adam uyduruveriyor hemen, adam hikâyedeki görevini hemen tamamlıyor ve ortadan kayboluveriyor. Dönemin anlatısına bir gönderme, hikâyeciliğe batırılan bir iğne olarak görebilir miyiz bilmem, sanmıyorum, Hoffmann’ın ironileriyle dolu bölümleri ayırt edebiliyoruz çünkü, bu zıpçıktı tipler bir görünüp bir kayboluyorlar. Peregrinus dedim, bu adamın babası çok zengin, ticaretle uğraşıyor, çocuğunun da ticaretle uğraşmasını istiyor ama Peregrinus’ta o kafa yok, okumaya yollandığı yerden bir sene dolmadan da dönünce babası kusursuz bir aylak yetiştirdiğini anlıyor. Şapşallık da var biraz, Peregrinus öyle bir baba için kesinlikle ideal evlat değil. Akıl sağlığı da sallantılı, ailesi öldükten sonra kayışı koparıyor ve çocukluğunun dünyasını aynen yaşatabilmek için bir dünya para harcıyor. Sofrada aile üyelerinin sandalyeleri hazır, tabaklar silme yemek dolu, Noel zamanı hediyelerle dolu bir oda, neler. Yemekler ve hediyeler yoksullara gidiyor, bir işe yarıyor bari Peregrinus, gerçi yakın arkadaşı George Pepusch yeri gelince hunharca eleştirdiği arkadaşını yoksulları bir de bu yönden yıkmakla suçlayacak. Yağlı yiyeceklerle ziyafet çeken yoksullar çökmezler mi o yiyeceklere ulaşamadıkları zaman? Tartışılır, esas mesele başka. Peregrinus her yıl hediyelere boğduğu bir aileyi ziyaret ettiği sırada genç ve güzel bir kadın geliyor yanına, Aline sözde Peregrinus’un hayatının aşkı, sevgilisi ama adamın bundan haberi yok. Beraber çıkıyorlar, adam en azından çatlak kadının evine kadar eşlikçi olmak istiyor, yağmur yağdığı için kadını kucağına alıp taşımaya karar veriyor. Büyüye kapıldı artık, kendini fışt diye kendi evinin kapısının önünde buluyor. Ailenin yanında yıllardır çalışan yaşlı Aline kızı pek tutmuyor ama kovmuyor da, birlikte zaman geçirmelerine izin veriyor bir anlamda. Kızın niyeti Peregrinus’un bir süre önce satın aldığı av oyununu ele geçirmek, Peregrinus hiçbir şey anlamadığı için kızın umutsuzluktan kafayı yemesine ve hezeyan içinde kaçmasına neden oluyor. O oyuncağın içinde bilge, hikmet sahibi bir büyüğümüz, Üstat Pire varmış meğer, kadın o pireye sahip olmak istiyor da yanaşıyor adama. Korkuyoruz tabii, saftirik Peregrinus da âşık olmaya teşne, her şey olabilir.
Pire terbiyecisi ve Pepusch bir sonraki bölümde mevzuya dahil oluyorlar. Bu terbiyeci Leeuwenhoek, ünlü optisyen, mikrobiyolojinin kurucusu, mercek mucidi. Ölmemiş, öldüğü düşünülüyor ama hayatta, diğer mercek mucitleri de hayatta çünkü masal bu, olur öyle. Lee diyeyim, şehir şehir gezerek gösterisini sergiliyor, bir dünya pire çok ilginç bir şov sunuyorlar da Pire kaçtıktan sonra Lee’nin işleri tepetaklak oluyor. Dörtje Eveldink’i de kaçırmış elinden, Pepusch’un âşık olduğu kadın kayıp, Pepusch bu yüzden çatacak yer arıyor ve buluyor da, hapse girdiği zaman Peregrinus’la karşılaşacak ve anlatı boyunca ayrılmayacaklar birbirlerinden. Peregrinus’un hapse girme sebebi eve getirdiği kadını kaçırdığını iddia eden, yukarıda bahsettiğim zıpçıktı. İki başlı adaleti de eleştiriyor Hoffmann, merkezden gelen adam mesnetsiz suçlamalarla Peregrinus’a hüküm giydirmeye çalışıyor, yerel mahkeme bu adamın iddialarını kulak arkası etmek istiyor ama yasal gücü az, bu yüzden kısa süreliğine de olsa Peregrinus hapse giriyor. Girmeden önce Lee’nin anlattığı hikâyeyi anlatmak istemem, romanın temelini oluştursa da öylesi karışık ve uzun bir masal ki özetleyip geçeceğim. Tarihin uzak bir noktasında Kral Sekakis ve Çiçekler Kraliçesi gizli bir ilişki yaşamışlar, Prenses Gamaheh bu aşkın meyvesi. Çiçekler Kraliçesi’nin can düşmanı Sülük Prens’ten saklanıyorlar, mekan Magusa. Nerede egzotizm gerek, direkt Doğu’dan alıyor ne alacaksa Hoffmann. Evet, sonra Genius Thetel olay yerinden geçiyormuş, Sülük Prens’in Gamaheh’i ölüm uykusuna yatırdığını görmüş ve kötü adamı alt etmiş, kıza âşık olduğu için Semerkant’taki işlerini halletmek üzere yola çıkması gerekirken kalmış bir süre, sonra Semerkant’taki bir arkadaşı mercekle baktığı bir lalenin tohumlarının arasındaki Gamaheh’i görmüş, kızın yaşadığını görmesi yetmiş. Yıllar geçmiş, reenkarnasyonlar olmuş, Dörtje aslında Prenses Gamaheh’miş, diğer karakterler bu tarihî hikâyedeki karakterlermiş, hatta Peregrinus bile önemli bir şahıs olarak karşımıza çıkacak ilerleyen bölümlerde. Açıkçası benim kafa bir yerde infilâk etti de zor topladım, Pire’nin ortaya çıktığı sahneler haricinde olay örgüsünü takip etmek çok çok zor. Bu Pire efendinin bölümleri pek eğlenceli de önce dönemin bilim ortamıyla ilgili bir şeyler söylemeli. Newton’ın ışığın kırılımıyla ilgili çalışmalarının yanında Alman prenslikleri de parayı bastırıp bu alanda çalışan ustaları getirterek optiği ilerletmeye çalışıyorlar, özellikle bu anlatının da geçtiği Frankfurt’ta atölyeler kuruluyor, adeta sanat eseri olan mercekler, cam eşyalar üretiliyor. Hoffmann döneminin teknolojisini doğaüstünün büyüsüyle tokuşturmuş, mesela Pire’miz Peregrinus’un sol gözüne bir mercek tutuyor, Peregrinus bu mercek sayesinde gözlerdeki damarları ve sinirleri, beyne giden mesajları görüyor, baktığı insanların zihinlerini okuyor yani. Düşüncenin gözden beyne iletilmesi mümkün değil tabii, o zamanın bilimsizliğine verelim. İki karakter bu tür mercekler takarak düşünce savaşına tutuşuyorlar, sırf sert bakışlarla dövüyorlar birbirlerini, çok matrak.
Hoffmann’ın Alman Romantizmi menşeli metinlerini okumak büyük zevktir, şereftir, gönençtir.
Cevap yaz