Her Şey Aydınlandı‘nın üzerine iyi tercih. Geçmişten önce geleceğin anlatılmasıyla Ollie’nin nelerden kaçtığı, neleri hatırlamak istemediği veya istediği sezdiriliyor, sıkıntı verse de tatmin edici bir yaşantı Ollie’ninki, geçmişe dönünce kabus. İrlanda ve İngiltere arasında seyir, İrlanda’ya dönüşün ardıyla başlıyoruz. Londra’dan sonra Ollie oldukça temkinli ve tedbirli, etrafında birilerinin dolanıp dolanmadığını sıklıkla kontrol ediyor ve kardeşi Redmond’ın anılarından kurtulamıyor, barın arkasından servis yapsa şaşırmaz Ollie, kardeşini gördüğüne sevinir. Uyuşturucu kullandığına dair pek bir şey yok, alkole düşkün, gün düşlerinden mustarip, geceleyin de ödü patlayarak kalkarsa günü atlattığını anlıyor. Suçluluk duygusundan kurtulamıyor bir türlü, bazı şeyleri başka türlü yapabileceğini düşünüyor ki okur da düşünebilir esas hikâyeyi öğrendikten sonra, adamın sıradan bir insan olduğunu unutmazsak yargılamaya kalkmayız. Bariz hataları var Ollie’nin, geleceği kafasında kurgulayıp eylemlerini belirleyemediği için başını belaya sokacak bir güzel. Neyse, annesinin yanında kalıyor ve babasıyla konuşmuyor, babası onu hiç affetmeyeceğini söylemiş, cenazede yan yana durmalarının sebebi anneyi üzmek istememeleri. Küçük detaylar birikiyor, insanların Ollie’ye şefkatle yaklaşmaları ama gözlerindeki korkuyu giderememeleri de bir ipucu. İş bulabiliyor neyse ki, Ollie hemen bir süpermarkette çalışmaya başlıyor ve günlük rutiniyle sıradan bir hayat sürmesi kolaylaşıyor. Akşamları da takıldığı barlardan birinde yarı zamanlı çalışmaya başlayınca her şeyi unutmaya meylediyor, anlatıyı kabaca ikiye ayırırsak bu ilk kısımda Ollie’nin olaysız yaşamının anılarla zehirlenmediği zaman keyif verebildiğini görebiliriz. Sanatçılarla dolu eski bir binada tuttuğu oda dünyaya yukarıdan bakmasını sağlar, aşağıda kavga eden gece kuşlarını izler, çok gürültü çıkardıklarında aşağı iner ve serseri grubunun üzerine yürür. İlginçtir, onu oracıkta hacamat edebilirler ama biri onun kim olduğunu söyler söylemez çekinirler, uzaklaşırken laf atmak dışında bir şey yapmazlar. Ollie’nin ne haltlar karıştırdığını iyice merak ederiz, bardaki muhabbetler sıradandır ama insanların biraz çekindiklerini görürüz, gevezelikler kısa sürer, Ollie’yle kimse dalaşmak istemez. Eski binadaki diğer kiracılar hariç, gece vakti evine giderken ışığı yaktığında Ollie’ye herkes bağırır, gözlerine gözlerine girmektedir ışık. Sifon da sorun, Ollie odasını araştırırken korkunç gürültüler çıkaran depo yüzünden uyuyamayacağını anlar ve tuvalete uyarı asar, kiracılardan geceleyin sifonu çekmemelerini ister. Görüldüğü üzere olaysız bir yaşam sürer Ollie, kısa parçalar halinde anlattığı hikâyesinde gölgeler dışında dikkat çeken bir şey yoktur. Marty ve La Loo’dan sonra edindiği üçüncü arkadaşı Liz’i sever, ikisi de kiracıdır, ara sıra birbirlerinin evine giderek muhabbet ederler. Bu “beklenmedik anlar” iki bölümde de karşımıza çıkar, bu ilk bölümde bazı sözcükler, bazı manzaralar, bazılar geçmişten sahneleri hatırlatır Ollie’ye, mesela bir zamanlar mahkemeye çıktığını söyler ve sorgulandığı sırada söylediklerini hatırlar, italikleri takip edersek yarım kalan parçaların tamamını ikinci bölümde hatırlayabiliyoruz. Olmayacak şeyler yapması, katır inadı da Ollie’nin başına dert, ikinci bölümün mevzusu. İlk bölüm Liz’le birlikte çıktığı seyahatle sonlanıyor. Markette konuştuğu bir adam kanına giriyor Ollie’nin, Fas’a gitmeye karar veriyor. Fazla mesai yaparak izni kopartıyor, bavulları topluyor ve Liz’le karşılaşınca birlikte gitmeye karar veriyorlar. Tren yolculuğu, aksilikler, pek uzaklaşamadan iniyorlar trenden ve o kadar da uzağa gidemeyeceklerini fark ediyorlar. Evlerine yakın olmaları güven veriyor, bir de Ollie’nin babasıyla tekrar yakınlaşması gitmeye engel. Adam çok kötü şartlarda yaşıyor, evi iyi durumda değil, Ollie suçluluk hissediyor hemen. Aradan geçen zaman adamı yumuşatmış biraz, oğlunu affetmiş gibi duruyor. Hiç affetmeyeceğini söylemişti, Redmond’ı Ollie’ye emanet ederken duyduğu sonsuz güvenin yıkılması öyle ağır sözler söyletmiş. Artık bu noktadan sonra ne işler döndüğünü öğrenmek gerekir, ikinci bölüm böylece başlar.
Ollie marangoz olarak gider Londra’ya, birkaç iş bulup çalışır, para biriktirmeye başlar. Arkadaşı Marty bir şantiyede güvenlik görevlisidir, kaldığı yere Ollie’yi de davet eder ve iki yakın arkadaş içerler, gezerler, sohbet ederler. İşler yolundadır bir süre, Marty kuzeye gidip bir işi halletmesi gerektiğini söyleyene kadar. Gümüş John nam yerli mafya liderinin emrinde çalışabileceğini söyler Ollie’ye, ardından vedalaşırlar ve Marty gider. Birbirlerini son kez gördüklerini bilmezler o sıra, bu yüzden Ollie en yakın arkadaşının ölümüyle yıkılacaktır. Birkaç gün sonra döneceğini söyleyen Marty ortaya çıkmayınca Ollie telaşlanır, bir hafta bekler, iki hafta bekler ama ses seda çıkmayınca yetkili mercilere başvurur. Sonra Marty’nin minibüsünü görür bir yerde, arka kapıyı açtığında en yakın arkadaşının erimiş, neredeyse küle dönmüş bedeniyle karşılaşır. Otopside ayakkabılarından ve yüzüğünden tanıyacaktır Marty’yi, bedeninin geri kalanı kemiklerden ibarettir. Kimin öldürdüğü bulunamaz ama Ollie bir kez Gümüş John’un peşine takıldıktan sonra katili bulmuş gibi davranır. Her ne kadar adam pisliğin önde gideni, tam bir mafya olsa da Marty’yi Gümüş John’un öldürdüğüne dair hiçbir şeye rastlamayız metinde, adi adam ne bir imada bulunur ne de herhangi bir şey kaçırır ağzından. Ollie her türlü yöntemi kullanarak adama yaklaşmaya çalışır, nihayet bir barda karşılaşırlar, Ollie adama arkadaşını sorduğu zaman John def etmeye çalışsa da gitmez, tehlikeli adamın üzerine varır ve yardımcısından bir temiz sopa yer. Barda tesisatçının biri Ollie’yi evine götürüp yaralarını tedavi eder, sonraları mahkeme sırasında uydurma ifade vererek nefret ettiği John’un emrine girdiğini, ailesini ölümden kurtardığını görürüz. Ollie kara listeye alınmıştır tabii, hiçbir yerde iş bulamaz, en sonunda yine John’a yanaşır ve adamın itimat duyduğu bir işçiye dönüşür. Redmond o sırada ortaya çıkar, o da John’un işçilerinden biri haline gelir. Olay iyice kopar bundan sonra, Ollie kardeşiyle birlikte düzenlediği partiye John’u da çağırır, John bıçkın bir adamıyla birlikte gelir ve LSD’lerden viskilere, kokolardan haplara pek çok hoş edici maddeyi havalarda uçuşturur. Gerisi kavga, bıçkın adamın yanında gelen Meg oradan ayrılmak istemez, bıçkın adam Redmond’a kurulur, tatsız bir şekilde oradan ayrıldıktan sonra elinde benzin bidonuyla gelerek Redmond’ı cayır cayır yakar. Kendi de yanar, hastaneye kaldırılır. Aynı hastanede tedavi görürlerken Redmond ölür, bıçkın yaşar. Mahkeme sürecinde John’un avukatı Ollie’nin üzerine gelir tabii, bunu da alkol bağımlılığı, akli denge bozukluğu üzerinden yaptığı saldırılarla güçlendirir. Diyalogların büyük bir kısmı verilmiş, hikâyede Ollie’nin yaptığı her şeyin bir suçlama olarak geri döndüğünü görüyor, bazı detayların neden verildiğini de anlamış oluyoruz. Örneğin bir gün kardeşinin katına değil de bıçkının katına çıkar Ollie, yanlışlık. Mahkemede hemen bir saldırı niyetine döner bu, bıçkına saldırmak için yukarı çıkmamış mıdır adam? Partideki kavgayı başlatmasının sebebi de John’la bıçkın adama duyduğu öfke değil miydi? Şahitleri satın almıştır John, herkes Ollie hakkında olumsuz konuşur. Gerçekten de tuhaf halleri var Ollie’nin ya da rastlantılar kafasını karıştırıyor. Tüfekli bir adam gördüğünü söylüyor, cam parçalama makinesi de görmüş yolun kenarında, oysa böyle şeyler yok. Bunlar tamam da olay yeri kendi evi olduğu ve evinde yaşamaya devam etmek istediği için şeritleri aşması, eve girmesi ve ortalığı pırıl pırıl temizlemesi nedir? Olay yerindeki delilleri mahvettiği için başı bir de bu yüzden derde girer. Yırttığını anlarız da ilk bölümün sonlarına doğru yedi yıllık cezasını tamamlamak üzere olan bıçkının peşine düşme ihtimali Ollie’yi korkutur açıkçası, temkin bundan.
Kurgusuyla, işçi sınıfı atmosferini yansıtmasıyla hoş bir roman. Denk gelen okumalı.
Cevap yaz