Bizde romanı Şemseddin Sami’yle başlatıyorlar da neden Vartanyan’ı görmezden geliyorlar, ilginç ve manidar. Boşboğazlıkla ilgili bu müstesna metin 1852’de yayımlanıyor, Ermeni harfleriyle yazılmış Türkçe bir metin. Turgut Çeviker araştırmasında “ilk mizah dergisi” diyor, çizimlerle birlikte dergilik bir durum var gerçekten. Gerisinin neden gelmediğine dair Murat Cankara’nın verdiği bir bilgi yok, başka alanlardaysa dönemin Ermeni yazarlarına dair çok şey söylüyor. İzmir’de Ermenilerin çıkardığı bir dergide bu metnin muteber matbaalardan Mühendisyan’da basıldığı, hoş bir üslupla yazıldığı ve İstanbul’da çarşıda ve başka yerlerde mukim kitapçılarda satıldığını, İzmir’deyse Arşaluys kitaphanesinde bulunabileceğini belirtiyor, kısacası Ermeniler kitapların yayılması için ellerinden geleni yapıyorlar. Zamanın en önemli süreli yayınlarından biri olan Arşaluys Araradyan‘ın dünyanın dört bir yanına yayılmış Ermenilerle bağlantısının olduğunu düşünürsek muazzam bir ağ. Dinî ve siyasi mevzular da var kitapla ilgili, kiliseler arasındaki mücadeleden ötürü Kardinal Andon Hasunyan nam forslu bir zat bu kitabı Katolik inancına aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklamış. Yasakların etkisi malum, o dönemde çıkan bir dergi “çağımızda” kitap yasaklamanın ancak kitaba olan ilgiyi artırmaya yarayacağını yazmış. Maksat güldürürken öğretmek olduğu için Vartan Paşa eğitici ve ahlaki kaygılarla yazmış bu metni, Selin Tunçboyacı’nın yüksek lisans tezindeki savı bu. Cankara metnin bir kitapçık mı yoksa mizah dergisi mi olduğu konusunda kararsız, resim altı diyaloglarına baktığımızda sonraki yılların, hatta Cumhuriyet’ten sonrasının dergilerindeki tekniği birebir görüyoruz. Dergiye benziyor bu açıkçası. Kitapçık olarak da değerlendirilebilir. Bence dergi. Kitapçık diyene neden öyle dediğini de soramam ama. Vartanyan’dan da bahsetmeli, bunları hep Cankara’nın şahane giriş yazısından çalıyorum. 1816’da doğan devlet adamı, gazeteci, müellif ve mütercim Vartanyan eğitimi için Viyana’ya gönderiliyor, 1837’de bahriye tercümanı oluyor, 1856’da dönemin kültür kumkuması Encümen-i Dâniş’in harici üyeliğine alınıyor. Bir sürü bürokratik görevi başarıyla yerine getirdikten sonra 1879’da öldüğü zaman arkasında Ermeni harfleriyle yazılmış Ermenice ve Türkçe metinler bırakıyor, açıkçası diğer metinlerini de merak ettim, araştırıp okurum. Vartanyan’ın yazdıkları matrak ve sinir bozucu, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı öncelediğini söylemek aşırı yoruma kaçabilir, kaçmayabilir, bilemiyorum ama Gürpınar’ın vapurda, tramvayda geçen muhabbetlerinin çok benzeri var bu metinde. “Önsöz”e bakıyorum, “lafazanlık sonucu meydana gelen fenalıklara dair kitapçık” denmiş. “Bu boşboğaz kitapçığını yazmaktan maksadımız milletimizi çekiştirmek olmayıp, dedikodu etmekle ne kadar fenalıkların meydana geldiğini anlatmaktır.” (s. 23) Vartanyan yazmaya cüret ettiği bu hikâyesinin kabul olunmasını rica ediyor, böylece yayımlayan kişiye de cesaret verilecek. Ardından hikâye başlıyor hemen, hoş bir Beyoğlu tasviri. Başkentin en eğlenceli yeri Beyoğlu, kışın tiyatro eğlencesi başka hiçbir yerde yok, tiyatronun olduğu akşamlar Beyoğlu esnafı hayli sevinçliyse de Yenikapı ve Samatya taraflarında oturan ahali hayli kederli, familyalar yalnız çünkü. Tiyatronun olduğu gün Beyoğlu’na geçmeye niyetliler iyi giyinirler, gömlekleri kirli olsa da umursamazlar. İki ahbaptan bahsediyor anlatıcı, önce ponççularda içkilerini içiyorlar, lokantalara geçiyorlar ama bazılarının yemekleri yenecek gibi değil, kesede kaç akçe varsa ona uygun bir yer her zaman bulunuyor. Yemekten sonra biraz daha içmek istiyorlar, tiyatronun saati geliyor ama sarhoş oldukları için gidemiyorlar, hapishaneye düşüyorlar onun yerine. Aşırılığın çeşit çeşit hali vardır, yaşlı bir koca genç karısına kendini beğendirmek için sakallarını keser, ayarı tutturamayınca soytarıya döner. Kimileri de korkutucu derecede kıskançtır, evi başrahibelerle ve yaşlı kadınlarla doldurarak eşine zincir vurmaya çalışır, kadının tiyatroya gitmesini engeller, misafir kabul etmez. Beyoğlu’nda oturan kadınlar evlenmeden önce manastırda yaşar gibi ömür geçirmedikleri için evlilik hayatına alışamazlar, isyan ederler, bunda erkeklerin payı büyüktür tabii. Evde eğlence tertiplemezler, dönemin popüler dansları oynanmaz, hele bahar geldiğinde şöyle beş dakikacık yürüyüşe bile izin vermezler, tam hapis hayatı. Anlatıcı bütün bunlara değinirken hikâyeden hikâyeye atlar, en sonunda sözü anlatacağı esas hikâyenin öncesine getirir. Birkaç familya Belgrat köyüne gidip akşama dönmeye karar verirler, piknik. Kadınlardan birinin eşi çok kıskanç, kafasında kurduğu ihanete dair kanıt ararken kömürlükte kadının eşarbını bulduğu zaman dünyayı zindan ediyor adeta, kadını canından bezdiriyor. Sonra ilk boşboğazımız çıkıyor ortaya, eve gelen tanıdıklardan biri kadınla birlikte gördüğü, kadının kocasının hiç sevmediği bir adam hakkında soru soruyor. Bom, kadın bundan hiç bahsetmemişti, koca deliriyor tabii, bir dünya olay. Oysa mevzu başka, ihanet yok, olamaz da. Sonuçta aile faciası yaşanabilirdi, belki yaşanmıştır, gezi iptal olduktan sonra anlatıcı bir arkadaşının yanına gidiyor ve civardaki mezar taşlarını okumaya başlıyor. Birindeki yazı şu: “Tart sözünü / Olma sakın söz müsrifi / Genç yaşımda oldu boşboğazlık / Bana ölüm sebebi”. Bu yazının hikâyesini öğrendiğini söylüyor anlatıcı ama öncesinde boşboğazlığa dair malumat verecek, kısa hikâyeler anlatacak. Birine değineceğim, hepsi birbirine benziyor ama pişkinliğin en üst seviyesi okuru orta yerinden çatlatabileceği için en gebeş boşboğazı dinlemeli. Bu adam tüccarların takıldığı dükkâna gidip herkesin tanıdığı adamlarla ilgili dedikodu yapıyor, kiminin battığını ve kendisine borçlu olduğunu, kiminin de borçlarına rağmen ev aldığını söyleyerek fiştekliyor milleti. Yerin dibine geçirdiği adamlardan biri mekâna gelip adamın sözlerini duyunca yuh çekiyor, olanları tüm gerçekliğiyle anlatıp yalancıyı rezil ediyor. Rezil olan rezil edilir tabii, gebeşin mırın kırın ettikten sonra ortamda biraz daha takılıp gitmesi, yediğini içtiğini bir arkadaşına ödetmesi tuzla biber.
Esas hikâye Samatya’daki evlerden birinde geçiyor, bu ev diğerlerinden biraz ayrık, bahçesinin anlatımına bittim: “Bahçe çiçeklerle süslenmiş ve öyle görünüyor ki, bahçeyi düzenleyen her kimse, çiçekleri kendi duygularına uygun anlamlara göre ayırmış. Şöyle ki, dikkatli birisi, bahçeden içeri girdiğinde, sahibinin ne kadar yüce düşünceleri ve ne derece kederli bir kalbi olduğunu ilk bakışta anlayabilirdi.” (s. 90) Sarmaşık yaprakları bahçenin her yerinde varmış mesela, bağlılığın ve sadakatin simgesi. Evde yaşayan kızın hayatına dair bilgi sahibi olduk böylece, bu kız roman okumayı seviyor, hisli. Âşığıyla hemen her gece gizli gizli buluşup muhabbet ediyor, kavuşacakları günü bekliyor ama en tırtından bir boşboğaz bütün ümitlerini yerle bir edecek. Kızın ve boşboğazın yaşadıkları evin sahibi yaşlı bir adam, kalastan hallice. Bir gece kızın ağladığını gören boşboğaz meseleyi hemen kalasa yetiştiriyor, kızın bir oğlana âşık olduğu için yanıp yakıldığını söylüyor hiçbir şey bilmemesine rağmen. Bu uydurma laflardan sonra kalas dayımız kızın odasından çıkmasına müsaade etmiyor, âşık oğlan bir ay boyunca dışarıda beklemesine rağmen kızı göremiyor. Bir gün kalas o akşam işi olduğunu, gece gelmeyeceğini söyleyince kız hemen aşağı iniyor, oğlanla buluşuyor. Büyük heyecan, ikisi de doğru düzgün konuşamazlarken kalas bir anda ortaya çıkıyor, meğer gizlenmiş de baskın yapıyor yani. İtişme çekişme, harala gürele derken itiverdiği kız yere düşüyor, kafasını güm diye vuruyor yere. Doktorlar geliyor, kanamayı durduramıyorlar. Kız ikide bir ayılıp oğlana onu ne kadar çok sevdiğini söylüyor, son ayılmasından kısa süre sonra da hayatını kaybediyor. Mezar yazısının anlamı bu olaydan geliyor, kalas bey pişman olmuş belli ki.
Hoş, ilginç bir metin, Latin harflerine aktarılmış orijinal metin de yer alıyor kitapta, ikisi birden. Dönemin sosyal yaşamına ve edebiyatına ilgi duyanlar okumalı.
Cevap yaz