Yazar, değeri yıllar sonra anlaşılan bu müstesna eseri Missouri Üniversitesi İngilizce Bölümü’ndeki arkadaşlarına ve birlikte çalıştığı meslektaşlarına ithaf etmiş, William Stoner’ı personası olarak okuyabiliriz, “Williamstoner”, okumayabiliriz, adres paşa keyfimiz. William Stoner nam taşralı genç 1910’da girdiği üniversiteden 1956 yılında çıkacak, ölüm kapıyı çalana dek kulaklarını bütün gürültülere kapattığı için edebiyat sevdasının peşinde yılların nasıl geçip gittiğini anlamayacak. Bedeni dile geldiğinde Stoner’ın geç kaldığı bir şey yok üstelik, toplumsal normlardan taşıp acı çekse de yaşayamadıklarının acısından bahsedemeyiz, hatta herhangi bir acıya yoğunlaşılmadığı için doyurucu bir yaşam sürdüğünü söyleyebiliriz. Miyiz? Ailesinden kolayca kopabilmesi ne kadar güçlü olduğunu gösteriyorsa söyledim gitti. 1891’de doğan Stoner, Columbia’dan kırk kilometre uzaktaki Booneville Köyü yakınlarındaki küçük bir çiftlikte doğuyor, çalışmaktan kambur çıkaran ailesinden ayrı düşmemek için başlarda o da kambur çıkarasıya tarla işlerine boğuluyor, 1910’da liseyi bitirdiği zaman bütün zamanını çiftçiliğe ayıracakken babası Columbia’daki üniversitede yeni açılan ziraat fakültesinden bahsediyor, Stoner’a üniversite yolları gözüküyor. Ailesinden duygusallığa dair pek bir şey öğrenmiyor Stoner, son derece mekanik bir ilişkileri var, örneğin annesinin fikrini almak istediğinde eşine diyorsa oğlundan onu yapmasını istiyor kadın, bu kadar. Bir akrabalarının yanına giden Stoner çiftlikte yaptığı işleri sürdürüyor, okulda olmadığı zamanlarda çalışmaya devam ediyor. Birinci sınıfın pek bir olayı yok, yaz tatilinde eve dönüp babasına yardım eden Stoner’ın yaşamı ikinci yıl aldığı İngiliz Edebiyatı Tarihi dersiyle değişiyor. Archer Sloane genç adama bambaşka ufukları gösteriyor, Chaucer’ın bir beyitinden Beowulf‘un bir pasajına pek çok metin akıp gidiyor derslerde, Stoner kafası karışık bir halde tekrar okuyor, daha fazla okuyor ve başına neyin geldiğini anlamaya çalışıyor. “Edebiyat ödevi olarak verilen kitapları tekrar tekrar o kadar çok okudu ki diğer derslerdeki çalışmaları bundan kötü etkilenmeye başladı; buna rağmen okuduğu kelimeler hâlâ sayfaların üstündeki kelimelerden ibaretti ve kendisi yaptığı şeyin neye yaradığını anlayamıyordu.” (s. 13) Shakespeare’in üç yüz yıl öteden konuştuğunu söylüyor Sloane, Stoner duyuyor mu? Hocasının sorusunu düşünüyor, kaldığı yere dönerken Zen duyuşuna benzer bir var olma biçimini ilk kez kavrıyor. Kıyafetlerinden sızan sonbahar gününün hafif serinliği, yapraksız dalların göğe uzanışı, soğuktan kızarmış suratlar. İlk kez “görüyor” Stoner, insanlara hem çok yakın hem de onlardan çok uzak, bedeninin ilk kez farkında, aynaya ilk kez uzun uzun bakıp saçlarını, elmacıkkemiklerini keşfediyor. Anlatıda imgelerin yoğunluk kazanmaya başlaması da bu uyanışın sonucu: “Ay ışığının altında gümüş grisi, çıplak ve arı, kucakladığı hayat tarzını temsil ediyor gibi geliyorlardı ona, bir tanrıyı temsil eden bir tapınak gibi.” (s. 17) Temsillerin içine her şey girebilir, Stoner’ın ayakları bir kez yerden kesilmiştir, şeyleri bambaşka yüzleriyle görecektir artık. Sloane konuştuğu zaman kendisini zamanın dışında hisseder, geçmiş karanlıktan çıkar, ölüler onun önünde yaşamaya başlarlar, bütün bu olanların etkisiyle Stoner ziraat derslerini bırakıp edebiyata dair ne varsa alır, bir yıl içinde basit metinleri okuyacak kadar Latince ve Antik Yunanca öğrenir, yaşamını kökünden değiştirir. Farkında değildir bu değişimin, okulun son yılında Sloane bir gün Stoner’la konuşmak ister, çocuğun hayatta ne istediğini, edebiyata karşı ne hissettiğini bilmediğini anlayınca Stoner’ı azıcık silkeler, yola sokar. Stoner’ın hissettiği şey aşktır ve çocuk yakında hoca olacağını kabul etmelidir artık. 1914’te mezun olan Stoner törene gelen babasıyla bakışmaz, hızlı ve tek bir hareketle el sıkışırlar, sonra müsait bir zamanda çiftliğe dönmeyeceğini, okumaya devam edeceğini söyler. İfadesiz yüzlerle bakarlar, baba öyle olacağını hiç düşünmediğini ama orada kalması ve kitaplarını okuması gerektiğini düşünüyorsa oğlunun yapması gerekenin o olduğunu söyler.
1956’ya kadar iki savaş, bir büyük kriz, alkol yasağı ve daha pek çok şey var yaşanacak, Stoner’ın yaşam yolculuğunda bunların etkisi dolaylıca veya doğrudan görülebiliyor. David Masters ve Gordon Finch’le birlikte Stoner hayatın getireceği her şeye hazır gibi gözüküyor, istikameti belirlemiş bir kere. Üç arkadaş haftada bir iki gün buluşup muhabbet ediyorlar, bu dostluk Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla bozuluyor. Finch’e göre tarihin önemli olaylarına karşı kayıtsız kalmak bir nevi suç, üniversitedeki “yalıtılmış ve ağır tükeniş” tam anlamıyla başlamadan bir şeyler yapmalı. Stoner militarist düşüncelerden çok uzak, Finch’in bir gün pişman olacağını söylemesine rağmen savaşa gitmiyor ve aşağılayıcı bakışlarla karşılaşıyor ister istemez, öğrencilerle birlikte hocaların bir kısmı da savaşa katılıyor. Masters geri dönmeyecek, Finch’se muhtemelen dehşetle yüz yüze geldiği için son sözlerini anımsatacak hiçbir şey yapmayacak. Hikâyenin apaçık anlatılmadığını, görece kapalılığın Stoner’ın yaşamı alımlayışıyla uygun olduğunu düşünüyorum, dostluklarını zedeleyebilecek kadar sert bir çıkış Finch’inki, savaştan sonra gerçekleşen onca olayda Finch’in her zaman Stoner’ın yanında olması karakterin değiştiğini sezdirse de doğrudan göstermiyor bunu, hoş. Birkaç olay daha var böyle, bazı karakterler bilemeyecekleri şeyleri biliyorlar örneğin, Stoner’ın gizemleri çözmek için hiçbir şey yapmaması veya okura anlatılmayan sezgilerinin meseleleri çoktan çözmesi kuvvetli ihtimal. Eşi Edith’le ilgili sorunlarda bu durum daha bariz, kadın okuldaki problemleri çevreden duymuş olabilirse de bazı detayları bilmesi sadece bazı insanlarla ilginç ilişkiler kurmasına bağlı, metni okuyan anlayacaktır. Bu arada kurmaca dünyasının en patolojik karakterlerinden biri Edith olsa gerek, müthiş gerçek bir karakter. Stoner’ın tepkisizliğinin kayışı koparmasında etkisi var, bunun dışında ailesinin sorunlarını taşıyor zaten en başta, arıza çıkacağı belli. Evleniyorlar, Edith’in cinsellikten ödü kopuyor, Stoner’ı benimseyemiyor bir türlü, çocuklarına karşı mesafeli, gezmek istediği Avrupa’ya Stoner’ın umursamazlığı yüzünden gidememesi de tuz biber. Stoner başlarda âşık olduğu kadınla evlenmenin büyük hata olduğunu anlasa da boşanma bir seçenek değil. Daha büyük problemleri var zaten, okula hoca olarak gelen, bölüm başkanlığına yükselecek Lomax fiziksel engelinin biçimlediği kişiliği yüzünden yanına kimseyi yaklaştırmıyor, burnu birazcık havada bir adam. Stoner’ın davetine icabet etmesi herkesi şaşırtıyor, normalde hiçbir davete katılmayan adam o gün alkolün ve kısmen Edith’in de etkisiyle ilk kez hüznünü görünür kılıyor ve ertesi gün kapıyor hemen kendini, ulaşılmaz bir adam. Asistanı Walker’ın alması gereken derslerden biri Stoner’ın verdiklerinden biri olunca Stoner’dan rica ediyor ve öğrencisini derslere sokuyor ama Stoner’ın âşık olduğu öğrencinin çalışmasını bir güzel gömünce Stoner’la ters düşüyor, yaklaşık otuz yıl sürecek Stoner-Lomax savaşı böylece başlamış oluyor. Stoner’ın emeklilik yemeğinde bile konuşmayacaklar, Lomax bu sessiz adamın huzurunu kaçırmak için elindeki bütün gücü kullanacak ama Stoner ikinci kez aydınlanacak ve mücadele etmeyi öğrenecek. Herhangi bir metnin etkisiyle, eşinin çabasıyla veya başka bir şeyle değil, kendine dönerek. Ayaklarını yerden biraz daha kesince dünya daha da aydınlanıyor ama bu aydınlık uzun sürmüyor, kızının dertleri bitince âşık olduğu kadınla ilişkisinin sıkıntıları başlıyor, eşiyle yaşadığı problemler zaten bitmiyor. Kısacası bir insanın oluş romanı bu, klasik edebiyata düşkün ve ömrünün sonuna kadar doçent kalan Stoner’ın özet yaşamı. Sıradanın, yüzeyselin aslında ne kadar farklı olabileceğini, derinleşebileceğini gösteriyor, muazzam.
Cevap yaz