Samuel Samler uçağa bindiğinde sakallı adamlar ve çarşaflı kadınlarla kuşatıldığını görüyor, Atatürk Havalimanı’ndaki pasaport kuyruğuna girince etrafı çarşaf, çadır ve burkayla dolu, adamlar şalvarlı ve yelekli. Moğol elmacıkkemikleri geniş, yüzlere dair tek hatırladığı bu. Önünde bekleyen tepeden tırnağa örtülü kadın bir ara bebeğini kolunun altına sıkıştırıyor, boştaki eliyle çantasındaki pasaportunu arıyor, Samler yardım teklif edip kollarını uzatınca kadın korkulu bakışlarla karşılık veriyor ve yanındaki adam öfkeli bakışlarla Samler’e bakarak genç kadına tıslıyor. Türk Hava Yolları’na ait uçağının düşüp düşmeyeceğini merak ediyordu bir süre önce, bandın önünde beklerken bavullarının Pekin’e veya başka bir yere gönderildiğinden korkuyor. Norveç’e dönmek üzere uçağa binmek üzereyken yine çarşaflı kadınlara rastlıyor, bu kez sakallardan rahatsız olmasa da bambaşka bir dünyada hemen her şeyden rahatsız olabilir. Bu rahatsızlığı kurgunun gereğine de veremiyoruz ne yazık ki, İstanbul’da yaşadığı tuhaf olayları “Kafkaesk” olarak nitelendiren Samler başta ve sonda değindiği bu kıl tüy yün meselelerine hiç yer vermiyor, anlatıda bir tümsek olarak kalıyor bunlar. Yıllar önce babasının ağırladığı, darbeden ötürü kaçmak zorunda kalan Türk yazarın propagandasının etkisi diyeceğim, bu kez internet diye bir şeyin varlığından haberdar olmaması imkansız, adam seksenine gelmiş ve yarışma gereği bilgisayarda çatır çatır yazıyor öykülerini, cep telefonu kullanıyor, kısacası anlattığı bu Türkiye manzarasının kurguya iliştirilecek bir yanı yok. UNESCO’nun da fişeklediği bir yarışma için geliyor buraya Samler, İstanbul Öykü Yarışması’na katılan altı yazar üç gün boyunca İstanbul’da dolanacak, üç gün içinde yazılan öykü yarışmayı kazanırsa 10 bin papel cepte. Organizasyonun yolladığı limuzine binen Samler kısa süre sonra tutulacağı Selin Gözdemir’le tanışıyor hemen, pek insan canlısı olmadığı için başlangıçta soğuk davranıyor ama buzlar eriyor bir süre sonra, adamın gözü Selin’i arıyor durmadan. Diğer yazarlara değinilmese de olur, belki Özgür’den bahsetmeli. Soyadı geçiyordu da bulamadım, Özgür yurt dışına kaçıp canını kurtaranlardan biri. Halkın sevgilisi, memleketin meselelerine korkusuzca eğilen iyi bir yazar anlaşıldığı kadarıyla. Arada ortadan kaybolup Samler’in gidik aklını iyice karıştıracak ve daha da önemlisi yarışmanın sonuçlanacağı zaman öyküsünü çektiğini, yarışmaya katılmayacağını duyuracak. Türkiye’de düzenlenen bir yarışmada Türk bir yarışmacının yarışması etik değilmiş, erkenden fark etmesi süper. Yabancı yazarların gelmelerini sağlamak için yem de değil Özgür, öyle kendi halinde bir yazar. Diğerlerinden bahsetmeye gerek yok dedim, birini daha anmalı. Samler tanıştığı insanların hikâyelerini öyküleştiriyor, yazdığı üç öyküye sözde yarışma komitesi bilgisayarı resmen araklayarak el koyuyor ve öykülerden biri yarışma sırasında okunuyor, buradan bazı yazarların devletle işbirliği yaptığını, bazılarının devlete karşı olduğunu ve Samler gibilerinin şaşkınlıktan hiçbir şey anlamadığını söyleyebiliriz. Samler ne döndüğünü anlayınca anlatı sona eriyor zaten. Pardon, kızı Martha’yla birlikte Norveç’e dönmek üzereyken sıradan ansızın çıkıyor ve Martha’ya el sallayıp ortadan kayboluyor. Son bölümde Schoulgin kendini metne sokarak ortadan kaybolan yazarın nerede olduğuna dair bilgi sahibi olanlardan yardım istediğini belirtiyor. Bu şalalayı kaldıracak bir anlatıyla karşılaşmadığımız için son derece lüzumsuz. Eh, klişeler klişesi olmazsa olmaz tabii, Samler’in yarışmayı kazanmasını sağlayan öykünün adı “Bir Başka Dünyadan”. Neyse ki adamın yazdığı metni okumuyoruz, o kadar da düşmemiş mevzu. Mantık hatalarının bahsi çok zaman alacağından bir örnekle yetineceğim, Samler’in tanıştığı Arzu nam kadın Kürt olduğunu söylüyor bir yerde, çok zaman geçmeden Samler başka Kürtlerle de tanışıp Kürtler arasında da ayrılıklar olduğunu anlayınca Arzu’nun da Kürt olduğunu çok büyük bir buluşmuş gibi hatırlayıveriyor, çok büyük bir gizemi çözmüş gibi davranıyor. Bunu da kurmacaya tutturamıyoruz, adamın akli melekeleri en azından o zaman yerinde. İlaç kullandığını, akıl sağlığının gidip geldiğini arada derede öğreniyoruz hatta kızı Martha o kadar endişeleniyor ki uçağa atlayıp babasının yanına geliyor, adama bekçilik etmeye başlıyor. Hikâye psikotik olup olmadığı belirsiz olan karakterin alternatif gerçeklikleriyle şekillenecek diye bekleyebiliriz, Martha’nın hikâyeyi derinleştireceğini de bekleriz, boşa. Çatallanabilecek anlatı aynı kanalda taşkınlıkla akıp gidiyor, derinleşmiyor, tatmin etmiyor.
Ana çizginin dışındaki hikâyelerin başarılı olduğunu söyleyebiliriz, necip milletimin ve cennet ülkemin yol açtığı acılarla dolu bu hikâyeler. Samler oteline yerleştiği ilk gün kimseye haber vermeden Taksim’de fink atmaya başlıyor, insanlardan dinledikleriyle çatacak öykülerini. Gerçi çaldığı yaşamlardan ötürü pişman olup kurmacayla gerçeklik arasındaki ilişkiyi irdelerken gerçekle hiçbir bağı olmayan, daha doğrusu sembolikliğiyle gerçeğe bağlanan bir öyküye varacak yolu, o sıradan öyküyle yarışmayı kazandığına kendi de inanamayacak. Olağanüstü bir durum yok gerçi, Türkiye’nin sorunlarına doğrudan değinmeyen tek öykü kendisininki olduğu için kazanıyor, diğer yazarlara göre öykü süper ama okuduğumuz kadarıyla pek bir olayı yok, burada da bir kıymık var okur için. Neyse, Samler bir mekanda oturuyor, yan masadaki dört gençle muhabbet kuruyor ve Ahmet’le tanışıyor nihayetinde, dinlediği ilk hikâye Ahmet’inki. Bu genç adamın ikizi Erol askerlik yaparken bir yandan da örgüt için çalışıyor ve kendisine iyi davranan bir yüzbaşıyı takip ediyor. Tanıdıkları, uğradığı yerler, saat kaçta eve girip çıktığı, her şey kayıt altında. Erol tutulduğu kızla muhtemelen çarşı zamanı birlikte oluyor, kızın evinde rüya gibi saatler geçiriyor, sonra bir gün kapı pat küt kırılıyor, alıp götürüyorlar ikisini. İşkenceler, eziyetler, sorgular. Yüzbaşı giriyor odaya bir gün, Erol gibilerini uzun süredir yakaladığından bahsediyor, oğlanın sonunu getirdikten sonra kendisi de vuruluyor kısa süre sonra. Orduyla örgüt arasındaki çatışmalardan biri. Sabaha kadar dinliyor adamı Samler, sonra birlikte otel odasına geliyorlar ve Ahmet uyuyakalıyor, buradan Ahmet’in bilgisayara teşne olup öykülerle bir iş çevireceğini anlayabiliyoruz, işlerin ne zaman karışmaya başladığı bile kabak gibi ortada. Bir diğer hikâye Büyükada’da yaşayan yaşlı bir Rum’unki, 6-7 Eylül döneminden. Hatırladım da, bu konuyla ilgili en hazin hikâye Lefter’inki olsa gerek. On beş gün önce gol attığı için omuzlarda taşınırken bir anda düşman bellenmiş, harçlık verdiği çocuklar evinin camlarını indirip kızlarını öldürmeye çalışmışlar. Kin gütmemiş Lefter, saldıranların kim olduklarını biliyor ama söylemiyor. Rum’unki de benzer bir acı, yıllardır birlikte yaşadığı komşuları elde sopalarla ava çıkmışlar ama insanlığını yitirmeyen tanıdıkları da var, saklıyorlar Rum’un akrabası Andromake’yi. Aile Beyoğlu’nda, bütün uyarılara rağmen yerinde duramıyor ve kargaşanın tam kalbine dalıyor Andromake. Her yer yangın, yıkım. Gençliğinde zar zor kaçtığı Odessa’nın aynı, kırk yıldan sonra yaşamı tekrar tehlikeye giriyor. Bütün bunları yazıyor Samler, yazdıklarını okuyor, kimi yerlerini kurgudan taşırmayarak düzeltiyor, dinlediği insanların fikirlerini alıyor. Aynı hassasiyeti Schoulgin de gösterseymiş keşke, esrarengiz havayı oluşturamadığı gibi metnin tamamı parodiye dönüşüyor. Birileri sürekli karşısına çıkıp kuytuda bir şey konuşmak istediklerini söylüyorlar, evine mektuplar bırakılıyor, telefonlar geliyor, birileri adamı gözetlerken fark edilince ortadan kayboluyor hemen, bu ölçüde organize halde gerçekleşen mevzular bir patlama noktasına getirmiyor anlatıyı, Samler’in gözlemci olarak katıldığı duruşmada çıkan kavga bile ne korkutuyor ne şaşırtıyor. Kupkuru bir anlatı.
Zülfü Livaneli karakter olarak karşımıza çıkıp bir konuşma yapıyor, Murathan Mungan, Müge Sökmen ve Buket Uzuner’in adı geçiyor, bu kadar. Okuduklarım arasında Can’ın bastığı en kötü metinlerden biri olabilir, denk gelirseniz şöyle bir bakıp geçmeyin bile, bakmadan geçin. Bir şey kaçırmıyorsunuz.
Cevap yaz