“A” aşkın çağrışımları ve neliğidir, biri aşk diye adlandırılan muhteşem bir duyguyu tatmış ve kaybetmiştir ki aşk bir daha geri gelmemiştir, şevkat veya şehvet dahi sevgi dönmüştür geriye, aşk katı yüreğinden ve inatçı poyrazlığındandır öyle, hiç bırakmamamız gerekendir. Yüreğinin katılığı kadar akışkandır, hemen başka bir şeye dönüşür, ayakları yere bastıran şey neyse aşkın yaldızını döker mesela, anlıktır, anlar arka arkaya sıralandığında yitirmememiz gereken şey çıkar ortaya, yiter. Çok kolay kaybolur, üzülmeye vakit bırakmadan yoktur, o yitimi hatırlamak zordur da boşluğun içinden bakınca aşkın olduğu zamanki renkleri mi diyeyim, bir şeyi, belki yaşadığımızı hatırlamak üzer mi, acı tatlı bir şey o giden. Bir zaman oradaydı. Nils Frahm hatırlattı, azıcık dinliyorum da. Bu kaybolanların gittiği yere gidiyormuşuz bir de en sonunda, tanımayabilirdik. İnsan kendi hissettiğini bilmez. Kaçan’ın öykülerini nasıl anlatacağımı bilemiyorum biraz da, ondan geveliyorum. Sokağın dili şahane, üslup anlatılana tam oturmuş, arka sokakların insanları uçuk kaçık, öykü gibi öykü her öykü. “Karanlığın Dudakları” mesela, İstiklâl Caddesi eski günlerini anımsıyormuş, bizim anımsadığımız günlerde yazılan bu öyküde anımsanan zamanın İstiklâl’i nasıldı? “Mağazalar ve içindeki nesneler tedirgin… Bak, şu gözlüğün canı nasıl sıkılıyor, fondöten allıkla rimele ne anlatıyor, göz kalemi ve ruj konuşulanları nemlendiricilere nasıl aktarıyor. Makyaj malzemeleri, bir kentin masalını yazıyor yanaklara, dudaklara, kirpiklere.” (s. 15) Çiganların, berduşların, alt sınıftan her rengin sokağı işte, kediler kendi aralarında dans edip şarkı söylerken yaşlı bir Rum kadını kedileri uyarıyor, figürler yanlış. Saat, “Beni çıkar ve fırlat,” diyor, anlatıcı öyle yapıyor. Marangozlar ağaçları bir şeye dönüştürüyor, sokak yavaş yavaş masala varıyor, güvercinler çoktan piize başlamışlar da matiz olmuşlar, iki binanın cumbaları karşılıklı dansta, üç kiyat yapışıyor da bir dolma oluyor, gecenin esrarı çıkıyor ortaya. Bir köylü birini vurmuş da on yaşındaki çocuklar estetik yapıyı beğenmeyip puanını kırmışlar cinayetin, bir başka cinayet işlenmiş, sonra masaya oturulmuş da dokuz sekizlikmiş hayat, tempoya uyunca yaşam yetişemezmiş artık, kelle olduktan sonra belleğin kaydı kuydu yokmuş, hatta anlatıcı bile salmış da kendini anlatmak yerine “sen” dediği birini anlatmaya başlamış, kendisi de bir başkasıymış o kafayla. “Aşıksın, ne güzel, hüzünlüsün.” (s. 17) Sevgiliyi hatırlamalar gelmesinden güzel, çiçekten yapılan kokular tenden tene, haliyle karanfil de tenden tene, rüyaya varır insan. Sabah oldu mu Kasımpaşa, ayılıp işe. Harmanlık, mahallede bir tekli sarmak. Semt narin, gülümsemesi güneş. Haşinleşir de, asker bastı mı kurşunun sesi uyandırır. “Kurt ve Fakir”deki Fakir şizo abidir, köpeği Puik’e sosyoloji, psikoloji ve daha pek çok loji öğretmiştir, tabii hikâyelerden başını alabilirse. Anlatır, evinde toplaşılır, eşyalar eskiden yeniye resmi geçittir. Gecelerden birinde ciğer yemeye karar verir ahali, hemen malzemeler getirilir, sofra kurulur ve yarım yamalak da değil, tam bir ziyafettir mideye inen. İnecekti, salata da yapsınlar, uykuluğa varsınlar diye ünleye ünleye coştururlar Fakir’i, adam sabahın köründe sokağa fırlar ve kendisine sıkılan üç kurşun kahraman papi Puik’in sahibini kurtaracağı yerlerine isabet eder. 12 Eylül sabahında Puik ölürken göğsünden akan kanı patisine bular, asfalta “Aşk” yazar. Birkaç gün sonra aynı yerde saatini parçalar Fakir, kendi icadı bir zaman dilimince bekler ve kafasını kaldırım taşına geçirir, parmağını akan pekmezine bulayıp yere “Puik” yazar. Öyküye dikiz yahu. “Beyaz Dubara”da incelikli haytanın, lombardininin, çavoyun teki anlatır başından geçenleri, on yedi yaşında bir zımba. “Sokak dünyaydı, ara sokaklar da başka dünyalardı. Çıkmaz sokaklarsa tarifi imkânsız toprak parçalarıydı.” (s. 25) Ümit o sokakların şahidi, sakini ve failidir, elindeki sigarayı gece feneri gibi kullanır, dumanını geceye üfletir. Ailesi, ayakkabısı, çorabı yoktur, yüreği yeter. Çocuklarla uçurtma, büyüklerle zar, orta yaşla hiçbir şey. Anlatıcının ayakkabılarını beğenir, söyler, sonra anlatıcı on sekiz yaşına basacağı gece mutlulukla uyur ama sabaha ayakkabılarının gittiğini görür. Bilinir, ayakkabılar orada yer değiştirir, Ümit’in ayağında kalacaktır bir süre.
“Kapılardan Korkan Çocuk” için en güzel aşk öykülerinden biri diyebiliriz, en makara öykülerden biri de diyebiliriz, neler neler çıkar da yetmez. Sekiz yaşındaki anlatıcımız kapılardan korkar, geçemez, yampir yampir yürür de geçemez, başka hangi ikilemeleri denerse geçemez. “Evde, sokakta, komşular arasında, herkes beni konuşuyordu. Yüz elli sineğin ayağına renkli iplikler bağlayıp, sokakta gösteri düzenleyen, kedileri kış aylarında siyaha boyayan bendim. Makara yapmayı bilen bir şahsiyet, estetik hastası bir kabiliyettim. Televizyon yoktu o dönemde anam, yavrucuğum, iyi dinle beni, akıllı ol.” (s. 33) Öyküye cevap vermek istersiniz, dinleyeceğinizi söylersiniz. Güçlü öyküdür çünkü. Doktor reçete yazmıştır, üç gün sadece giriş kapısı gösterilecek demiştir ya da başka bir numara çekmiştir, hasılı bu işin bir sonu yoktur, kapılar açıktır ama kapalıdır. Hasta değil ama yüzlerce ziyaretçisi var, yatıyor ama hiçbir yeri ağrımıyor, ağlıyor ama gözünden yaş gelmiyor, anlatıcı yaşıyor ama yaşamıyor. Oğlanı cin çarpmıştır anneye göre, kapılar gacır gucur gülmektedir, işler kötüye gitmektedir derken Vircini çıkar ortaya, çocuğu dışarı çıkarırsa iyi edeceğini söyler. Birlikte çıkarlar, sinemaya giderler, filmde adamın biri kadının birinin kafasını sopayla kırmaya başlayınca anlatıcımız duramaz, adamı durdurmak için perdeye doğru uçar ve haşırt diye indirir zamazingoyu. Seyirciler güler, sinemanın sahibi ve adamları çıldırır, koşarak çıkarlar oradan. Eve geldiklerinde sekiz yaşındaki çocuğumuz âşık olmuştur Vircini’ye, bir anlamda düzelmiştir, kapılardan korkmaz artık. Kendinden korksa yeri, Vircini’nin sesini penceresinin altında duyunca camı açıp aşağı atar kendini, iki bacağını da kırar. Ziyarete gelmiştir hastaneye, yine delilikler, sonu gelmez. Denyo bir karakterdir anlatıcı, kendi fikri. Bu anlatıcı ve diğer anlatıcılar yine bu dünyanın masalına bağlıdır, “Sessiz Çığlık”ta başka dünyaların sesi de duyulur. Öykü son derece normal bir ölüm tehlikesiyle başlar, beş yaşında dünyayı anlamsız bulan çocuk bisikletiyle yokuş aşağı yardırmaktadır, söz gelişi 70 kilometreyle tozu dumana katmaktadır ama söz bile o hızla gelmez, sesin hızı anlamın hızına eş değildir, geride kalabilir. Neyse, bu çocuk babasından paparayı yer, o sırada yavuklusu olacak veya olmayacak Ayşe’yle telepatik bağ kurar, birkaç olay, öykünün sonuna doğru başka bir gezegenden başka bir telepatın mesajı ulaşır: “Sen benimsin!” Çocuğumuz hemen cevap verir: “Asıl sen benimsin!” Baba hiç konuşmaz, kahkahalarla güler o sırada. Öykünün sonu: “[Anlatıcı mistik konuların dramatik yapılarıyla oynayarak deneysel hazlar peşinde mi yoksa gülüyor mu yine…]” (s. 39) Kör göze parmak demeye de dilim varmıyor, öykünün son cümleye kadarki kısmı bu son cümleyi affettirmiyor da kabul ettiriyor diyeyim, göstere göstere yiyoruz ama yediğimizden içtiğimizden keyif de alıyoruz açıkçası, ne diyeyim.
“Kar” bölümüne değinip bitireceğim, lirik öyküler. Dizeler halinde yazılmış, yapı şiire yaslansa da hikâye tam vermiyor kendini o yana, ara bir form aslında. Melisa Gürpınar’ınki gibi köşeleri besbelli değil, anlatımcı hiç değil, bir sezgiyi genişletme çabası mı demeli?
On numara.
Cevap yaz