Mozart müziği sevmezmiş, Melih Cevdet şiiri sevmezmiş, Mozart babasının itelemesiyle yazmış onca şeyi de Melih Cevdet’in dediği neymiş öyle? Akbal sormuş, arkadaşı alınmış galiba, köşesinde verdiği cevapta kötü şiirin kendisini şair yaptığına dair bir şeyler söylemiş. Ionesco da Melih Cevdet gibi düşünüyormuş, çocukken ailesi Bükreş’teki tiyatrolara götürdüğünde gördüğü oyunlardan nefret etmiş, o yüzden yazmaya başlamış Ionesco. Melih Cevdet halinden, şiirden memnun olsa en büyük tasfiye hareketlerinden birinin, belki de en büyüğünün bir parçası olur muydu zaten, eski şiire karşı çıkışın fiyakasına ortak çıkanlar birbirinin kopyası şiirlerini orada burada yayımlayınca Garip’i dağıtmayacaktı da ne yapacaktı? Kendisi de söyleşilerinde tehlikeyi gördüğünü ve başka bir şiiri aramaya çıktığını söylüyor, Melih Cevdet’in şiir sevmezliğinden kasıt belli köşeleri olan şiir işte, tekrarlanan şiir, farklı duyuşlara kapı aralamayan, mazmunlaşan ki Cumhuriyet‘teki yazısında karşı çıkmaktan bahsediyor Melih Cevdet, hiçbir sanatta ileri gitme olmadığını sadece değişmeden bahsedilebileceğini söylüyor. İlk şiirlerinden son şiirlerine evrimine şahit olduğumuz zaman algısını, tek bir zamanın, eh, bölünmez akışını değişimle birleştiriyor.
Naci Kalpakçıoğlu’nun serüveni sonra, Konya’nın Ereğli’sinde mecburi hizmetini yapan Kalpakçıoğlu’nu polisler alır götürür, hakkındaki şikayet komünist olmasına dair. 1947’de İstanbul Yüksek Tahsil Derneği’nin yönetim kuruluna seçilmiş, çok büyük tehlike demektir bu devlet ve necip millet için, hemen içeri alırlar. Kalpakçıoğlu’nun şiirleri ve öyküleri Giresun’da çıkan Yeşil Giresun gazetesinde yer alırsa da bir daha aynı imzaya rastlamayız, belki fişlendiği için. “Fethi Naci” adını kullanır, Sait Faik öykülerini ezberden okumasıyla bilinir, İktisat Fakültesi’nden çok iyi bir dereceyle mezun olduktan sonra vaziyeti ayarlar, asistan olarak işe başlayacaktır ama bir son dakika değişikliğiyle asistanlık kadrosu iptal edilir, sonrasında evi aranır, kitapları toplanır. Tutuklanması kasabaya yayılır, iş kulaktan kulağa büyür, meğer geceleri telsizle Moskova’ya haberler verirmiş de casusluk yaparmış. Sonuçta işinden atılır, geri dönemez ve iktisatçı değil de eleştirmen olur. Anılara dalıp gidiyor hemen her yazıda Akbal, dostlarını hastanelerde, meclislerde, mezarlarda gördüğünü hatırlıyor. İlhan Berk örneğin, bir dönem çok yakınlar, Walt Whitman’ın her sözcüğünü yutmaya çalışırmış Berk. Salâh Birsel, Orhan Veli ve Sait Faik ara ara ortaya çıkıp kaybolur, birlikte yaptıkları yürüyüşleri hatırlar Akbal. Bebek’ten aşağı, Yüksekkaldırım’dan yukarı. Lütfü Özkök ve Sait Faik yüz metre koşu yarışı yaparlarmış da Özkök geçecek gibi olduğunda ceketinden tutan elden kurtulamazmış, Sait Faik yenilmek istemezmiş. Diğer hikâyelerini az çok biliyoruz, mesleğini “yazar” olarak kabul ettirememesi, evinin en üst katındaki odadan görülen manzaradan vapurları ve İstanbul’u izlemesi, yaşamından kırpıp yazdığı öykülerin doğum anları Akbal’ın değindiği meseleler. Kendi anılarıyla denkliyor bazı olayları, Avustralya’ya gittiği zaman herkes sırada beklerken yazar kimliğini çıkarıp göstermiş Akbal, polisler öncelik tanıyıp işlemlerini hemen halletmişler mesela, Türkiye’deyse “daha ciddi” bir belgesi olup olmadığını sormuşlar. Memleketin geri kalmışlığına dair çok şey anlatıyor Akbal, yazılar 1993’ten 1996’ya uzandığı için Çiller, Yılmaz, Refahçılar sık sık karşımıza çıkacaklar, yedikleri herzeleri Akbal’ın hoş üslubundan keyif alarak ve sinirlenerek okuyacağız ama ben pek değinmeyeceğim onlara, anılara odaklanmak istiyorum. Akbal yeni çıkan kitaplara değindiği yazılarda belli bir örüntü kullanıyor, yaşamını ve başkalarının yaşamını bahsedeceği metne bağlıyor bir şekilde, yazıyı kitaba dair son bir paragrafla derleyip toparlıyor ve noktayı koyuyor. Anday’a göre Akbal’ın kişiliğinin en önemli yanı yaşamla sözü ayırmaması. Neyse, Birsel’in Gece Mavisi‘nde anlattığı mevzu zannediyorum şahane beşlemesinden birinde de vardı, putları indirme hareketinin yeni versiyonu diyebiliriz. Hececiler, eski şiirin takipçileri edebiyat matinesi düzenledikleri zaman birkaç genç edebiyatçı mekânı basıp olayı sabote ediyorlar, polisler geliyor, tekme tokat alıyorlar bunları içeri. Yusuf Ziya ile Orhan Seyfi çok kızarmış bu mevzuyla ilgili, Halit Fahri’nin oğlu Gavsi yeni edebiyatı pek sevdiğinden babasının kuşağını eleştirirmiş, Halit Fahri’ye, “Sen nasıl oğul yetiştirdin?” derlermiş. Dinamik toplum, hızlı bir değişim, edebiyat ortamı da kaynıyor tabii. Buna rağmen okuyan pek yok. Bir derginin seyrini anlatmış mesela Birsel, ilginç. Yenilikler 1000 basılırmış, İstanbul’da 500, Ankara’da 200 tanesi satılırmış. Gerisi Anadolu’ya. Kaç dergi nereye ulaşmış, kaçı satılmış, kaçının ödemesi yapılmış bilinmiyor, peşine düşmezlermiş. Aklıma hemen ücrada yaşayan yazarların anıları geliyor, kasabanın gazetecisine gelen iki dergiden birini alan, diğer nüshayı alanla tanışıp kasabanın edebiyat ortamını kuranlar, yerel gazete veya dergi çıkarma hevesiyle üç kuruşlarını batıranlar, edebiyat aşkına kapılanlar için o dergiler can simidi gibi gelmiş olsa gerek. Kim anlatıyordu, Turhan Günay galiba, kitapları “yazdırırlarmış” da İstanbul’dan beklerlermiş, geldiğinde nefes almadan okurlarmış, öyle bir açlık. Yazar cephesinde değerlendirme beklemenin heyecanı var, uzaklardaki okurların yorumlarına ulaşamıyorlar ama birkaç önemli isim var, metinleriyle ilgili yorumlarını bekliyorlar. “Geçen gün yılların dostu Naim Tirali ile telefonda konuştum. 46 yılındaki hastalık günlerinde evimize gelişini anımsattı. Sabah Birsel’le birlikteydiler. Ellerinde bir Ulus gazetesi… Nurullah Ataç benim yeni çıkan kitabım ‘Önce Ekmekler Bozuldu’dan söz etmiş. Kaç satır? Ya beş ya on! O günlerde Ataç’ın yazılarında bir şairin, bir yazarın adının geçmesi edebiyat dünyasında olay olurdu!” (s. 102) Öyleymiş gerçekten, Ataç’ın bu yüzden Melih Cevdet’ten şiddet görmüşlüğü bile var. Meral Ataç Tolluoğlu anlatıyor biraz, bir yazıdan ötürü Melih Cevdet ve Oktay Rifat kızmışlar babasına, eve gelmişler, tartışma çıkmış, Melih Cevdet bir tekme atmış Ataç’ın sırtına. Sitemle anıyordu Melih Cevdet’i Tolluoğlu, sonradan babasından doğru düzgün özür dilemediği ve ölümünden duyduğu üzüntüyü hiçbir şey olmamış gibi dile getirdiği için. Ataç’ın sivri bir dili olduğu tamam, yine de, “Belki de siz iyi bir yazarsınızdır beyefendi, ben bu işi bilmiyorumdur,” deyip geri çekilmişliği var, alaycı tavrının karşılığı fiziksel şiddete uğramak olmamalı. Ataç’la ilgili bir şey daha, çok sevdiği ve evinde sık sık ağırladığı arkadaşı Yahya Kemal’in 1950’de Celal Bayar’a çektiği telgrafta ilk meşru cumhurbaşkanının Bayar olduğunu söylemesine sinirleniyor Ataç, Yahya Kemal’in “Aziz Nurullah’a” diye imzalayıp verdiği fotoğrafı salondaki duvardan çıkarıp banyo kapısının arkasına asıyor. Cevdet Kudret’le dil üzerine tartışmalarını hatırlıyorum, “Hakaret etmeden nasıl hakaret edilir?” diye bir ders olsa iki hoca belli. Vefalılar mı demeliyim, birbirlerine saygılılar diyeyim, Ataç ölümünden kısa bir süre önce kendisi hakkında iki yıl hiçbir şey yazılmamasını vasiyet ediyor, vefatından sonra Kudret gerçekten de iki yıl bekliyor ve tartışmanın iki tarafından birinin eksilmesine rağmen kaldığı yerden devam ediyor, Ataç’ın hakkını veren övgülerini sıralıyor ve Ataç’ın yaşasa cevap vermek isteyeceği görüşlerini sıralamaya devam ediyor.
Çok dağıldı mevzu, toparlıyorum. Jacques Prévert gelmiş buralara, İstanbul’un işgal edildiği zaman Fransız ordusundaymış, yaptığı işi hiç sevmiyormuş, savaşla hiç ilgisi yokmuş ama gelmiş bulunmuş bir kere, İstanbul’a âşık olup dönmüş, yıllar sonra Hıfzı Topuz’a söylediğine göre İstanbul gözünde tütüyormuş hâlâ. Evet, süper toparladım, bu kadar. Akbal’ın metinlerini okumak büyük zevk, denk gelirseniz okuyun, en azından bakın şöyle bir.
Cevap yaz