Meral Saklıyan – Uzağa Gidemem

“Töz”. Anlatıcı kardeşini almak üzere havaalanına gidiyor, Meftun önceki günden beri yolda, Porto Riko’dan geliyor. “Buhar üstlerine abanmış” ama biri uçakta, diğeri arabada ve kardeş bahsinden hemen sonra gelen bu tümce buharın kimin üzerine abandığını karanlıkta bırakıyor. Anlatıcının ablası Hayroş/Hayriye huzursuz, arıza çıkaran bir kadın, Meftun’un gelip kardeşlerini görmemesine içerlemiş, özlemin telefonla giderilemeyeceğini söylüyor ve anlatıcı bu görüşe hak veriyor ama Porto Riko’dan özlem gidermek için gelmek, özellikle de Meftun gibi orta direğin has neferi için ne kadar mümkün? Evlenip gitmiş oraya, eşi Marien’ın varsıl olduğunu biliyoruz da öyle bir serbestliği olmayabilir adamın. Şundan anlatıyorum bunu, Hayroş’un huysuzluğu malum, akıl edememiş veya durumu görmezden gelmiş olabilir ama anlatıcının hak vermesi doldurmaca. İroni yok, mesafede biriken kırgınlığın izi pek yok yine, öyleyse neden? Meftun gelmiş, anlatıcı kardeşini karşılıyor, Marien’i göremeyince soruyor tabii, Meftun anlatacağını söylüyor. Yüzü çarpık, esrarlı, ağır, bir sıkıntı var belli ki. Eve geliyorlar, Meftun merdivenleri ağır ağır çıkınca kardeşinin hasta olup olmadığını, sadece yorgunluğun bir insanı o kadar çökertemeyeceğini düşünüyor anlatıcı. Meftun’un az önceki durgunluğu, kırıklığı, eşinin gelmeyişi aklından uçup gitmiş sanki. Karakter tutarlılığı sallanınca bir şey okuduğumuzu sürekli hatırlıyoruz, kurmacanın kaba çizgilerini görüyoruz, hoş değil ama sonraki öykülerde daha başarılı karakterlerle karşılaşacağız, bu güzel. Meftun eşinden ayrılmış olsa Hayroş’un canına minnetmiş çünkü mahalledeki Sabahat’e umut verip dururmuş, Meftun eşinden ayrılacak da Sabahat’le evlenecek, oysa on beş yıllık evliler, Sabahat boş yere beklediği için anlatıcı Hayroş’a kızıyor. Bunların hepsini tek bir diyaloğa sıkıştırılmış halde buluyoruz, Le Guin’in “bilgi topağı” dediği mevzu, öyküye dağıtılmıyor da bir anda boca ediliyor okura. İşte yemekler yeniyor, uyku vakti, anlatıcı öğlen uyanıyor ve Hayroş’la Meftun’un bir poşeti çekiştirip durduklarını görüyor. Hayroş hemen açıklama yapıyor, poşetteki bir kapta Marien’ın külleri varmış, ucube kadın Meftun’un aklını kaçırtmış nihayet. Meftun ablasına saldırıyor ve on beş yıldır eşinin adını bir türlü öğrenemediğini, Meryem değil Marien demesi gerektiğini söylüyor, anlatıcının ablasını uyardığı bir mesele. Uyarının tonuyla çıkışıyor Meftun, karakterlerin ayrışması da sekteye uğradı. Marien ölmüş de küllerini getirmiş Meftun, aile kabristanına gömecekmiş, hikâyesini anlatırken ne yapacağına dair “yukarıdan” mesaj geldiğini söylediğinde Hayroş aşırı, çok aşırı bir korkuya kapılıyor, Felâk, Nas falan okumaları gerektiğini, Meftun’un üçlere karıştığını haykırıyor, oysa böylesi bir yükselişi kaldıracak, garipsetmeyecek atmosfer yok öyküde, ne de Hayroş’un bu kendi parodisi haline gelmesinin izleri var. Cenaze menaze tamam, finalde bütün servetini Meftun’a bırakan Marien’ı hunharca övüyor komşusuna Hayroş, sonra kamera uzaklaşıyor, ağustos böceklerinin sesinin Seyhan Nehri’nin çağıltısını bastırmasıyla kararıyor. Anlatının geneline ilişemeyecek bir son, ayrık, tümlüğü bozucu.

“Demirden Çember”den de bahsedip iyi öykülere geçeceğim. Sipan ranzasına uzanmış kitap okuyor, hapiste, koğuş temsilcisinin aniden içeri dalmasına, sağa sola bakmasına şaşırıyor. Önceki gece yedikleri ani baskın yüzünden her yer her yerde zaten, neye baktığını anlamıyor adamın. Sonra askerler basıyor koğuşu, yatak, çarşaf, kitap ne varsa her şeyi dağıtıyorlar ama o zaman önceki dağınıklık neydi, her yer her yerde değil miymiş? Siyasi suçluların koğuşu, eziyet izleyeceğiz. Binbaşı geldiği zaman koğuş sorumlusuyla münakaşaya giriyor, küfür ediyor ama bir şey eksik, sanırım daha az insani bir ortam olmalı. Yıl 1985, hapishanelerde nice kıyım sürerken binbaşımız diyalog kurup meramını anlatıyor örneğin, araya bir iki hakaret sıkıştırsa da o korku ortamı sezgimce kurguyu bir şekilde bozmama kaygısıyla başarılı bir şekilde yansıtılmamış. Neyse, Sipan hasta ama hastaneye gittiği tek seferde muayene olmadan geri gönderildiği için bir daha yeltenmiyor gitmeye, sayım yapılacağı zaman da diğerleri gibi ayağa kalkmadığı için ölümünün yakın olduğunu anlıyoruz. Bir de didaktik paragraflar bazı şeyleri anlamamızı sağlıyor, anlamak yerine görme isteğimizi yok ediyor: “Henüz buraya taze düşenlerden dışarıda olanı biteni dinlemek, uygulama zamanı çoktan gelmiş, toplum yararına düşüncelerin, bütün engellemelere rağmen, meydanlarda birileri tarafından haykırıldığını duymak mutluluk ötesi bir şeydi. Çünkü ana akım medya bu konuda kör, sağır, dilsizdi. Yapılan bu kadar zulme karşı oluşan dayanışma pratiğe döküldükçe, bilinci yüksek bu insanlar direndikçe umudu katbekat artıyordu.” (s. 64) Birkaç satır aşağıda mahkumlara ders veren koğuş sorumlusunun “mahkumların başına yağmur gibi net fikirler yağdırdığı” söyleniyor, eh, aynı fikirler görüldüğü üzere okurların başına da yağdırılıyor ama bunun iyi bir şey olduğundan şüpheliyim. Anlatının sonunda ölmeye yatan Sipan öngörülebileceği üzere ölüyor, yoldaşları için bir anlamda kendini feda ederek müthiş bir ders daha veriyor, böylece dayanışmanın tam olarak ne olduğunu anlayarak kitabı kapayabiliriz ama iyi öykülere haksızlık olur, anlatıyı oluşturan ögelerin dengesinin azami ölçüde gözetildiği başarılı örnekler var. “Kılçıklı Fasülye” iyi bir öykü mesela, kardeşler arasındaki çekişmelerin fasulye ayıklama süreciyle paralel ilerlemesi, fasulyelerdeki farkı aramak, fasulyeleri bölmek, temizlemek, yemek hazırlamak ve büyük ablanın küçük kardeşlerini yaşama istediği gibi “hazırlaması” ama mutluluğu göz ardı etmesi iki olay arasındaki bağlantı gözetilerek, bilgi topakları oluşturmadan anlatılarak okunası bir öyküye dönüşmüş. “Nişan” da iyi bir öykü mesela, anlatıcı yakın arkadaşlarından birinin nişanındayken kendisini terk eden kocasının bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışıyor ama bunu arkadaşının nişanlısıyla yapmayacak, her ne kadar bir süre önce öpüşmüşler ve yakınlaşmışlarsa da o kadar ileri gitmek istemiyor anlatıcı, ahlaki değerlerini korumaya çalışıyor. Adam çalışmıyor, kendi nişanında bile anlatıcıya yeşilleniyor, eski eşinin genç bir kızla takıldığını söylediği zaman son savunma duvarını da aşıyor ve anlatıcıyı evine bırakırken arabada yakınlaşıyorlar. Anlatıcının yaşadığı ikilem, karanlık tarafa geçmemeye dair mücadelesini aniden sonlandırması, üzüntüsü sağlam kurulmuş, en beğendiğim öykü bu sanırım. Diğer öyküler bu iki ucu teşkil eden öykülerin arasında gidip gelen öyküler, kurgu açısından vasatın bir tık üstü.

Saklıyan’ın izlekleri az, ön plana eve dönüş ve bekleyiş çıkıyor. Karakterler yıllar önce ayrıldıkları kasabaya, eve, mahalleye dönerler, kaçıp gitmelerine neden olan bunaltının hiç değişmediğini görerek tekrar kaçmaya çalışırlar veya alışmak zorunda kalırlar ama ekseriyetle kaçarlar. Kardeş teröründen bahsedebiliriz, ablalar ve kız kardeşler birbirlerine sıkıntı çektirmekten keyif alırlar adeta, kısılıp kaldıkları küçük dünyalarında başka türlü nasıl gönül eğleyeceklerini bilemezler sanki. Baskılar yüzünden kaçırılmış fırsatlar sık sık dile getirilir, intikam alınır, kalpler kırılır, her karakterin kalbinde yara vardır kısacası. Ev girdaptır, ebeveynin ölümü gibi hadiseler özgürlüğünü kazanmış karakterleri burgaca aldığı gibi geçmişin derinliklerine gönderir, yaralar tekrar açılır. İlla geri dönmek gerekmez, hatta geri dönüşün bir anlamda sağalmanın ta kendisi olduğu örnekler de vardır. “Unutmabeni Çiçekleri” örneğin, Yıldız kendisini Çetin Bey’le evlendiren ailesine, özellikle annesine kızgındır, buna rağmen çok sevdiği kardeşine gereken böbreği bağışlamak ister. Çetin Bey karşı çıkar, “yarım bir kadın” istememektedir. Üstelik Yıldız’ın annesi her gün kapıya gelip yalvarmaktadır, kızının neden yardımcı olmadığını anlamaz. Karar vermek zorundadır Yıldız, eşine karşı çıkarsa muhtemelen o girdaba dönecektir, aksi halde kardeşi ölecektir. Olabilecek en mantıklı, zannımca bu öyküye en yakışan sonla durumdan çıkış yolunu risk alarak bulur.

Saklıyan’ın öykülerinde açıklayıcı anlatım çoğu öyküde ön planda, böyle olunca karakterlere karşı olumsuz yönde koşullanıyoruz çünkü ipleri görüyoruz, tepede biri tutup yönlendiriyor karakterleri, neyi neden yaptıklarının detaylı açıklamaları olmasa daha iyi. Benim beğendiklerim karakterlerin özgür bırakıldığı öyküler oldu. Bir de şu var, farklı anlatım tekniklerini kullanmamak bir tercih ama klasik anlatının sunduğu da pek çorak artık, ortada muazzam bir hikâye yoksa alelade bir öyküdür eldeki. Saklıyan’da benzerlerinden farklı bir şey göremedim pek, ikinci kitabını bir tek denk gelirsem okurum sanırım. Memnun oldum yine de, iyi öykülerin hatırına bu kitap okunur.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!