Javier Cercas tadı alabileceğiniz öyküler var, serbest dolaylı anlatıcının iç dünyalarla birleşmediği noktalarda Carver şöyle bir görünüyor ama başka öykülere benzetince zorlamaya varıyorsa en iyisi Ker öyküleri demek. Singapur Ulusal Nörobilim Enstitüsü’nde doktor ve hasar görmüş beyinlerle hatıralara yönelik özel bir ilgisi olan yazarın niyetini o kadar iyi anladım ki öykülerde başarmaya çalıştığı görü inşasının diyeyim, sadeliğine imrendim. Eh, birkaç nöroloji metni okuyarak olmuyor bu iş, Ker’in öykülerine hayran kaldığımı söyleyeceğim, hatta aklımdaki çizgide Gospodinov’la iki ucu oluşturduğunu iddia edeceğim, Gospodinov bağlantıları nasıl kurduğunu hemen hiç göstermeden şeyleri bağlarken Ker hafızanın haritasını çıkarır adeta, iki ucun estetik nitelikleri birbirine yakın ama o yakınlığa varma yolları bambaşka. Sonlara doğru aynı anlatım yöntemiyle yazılmış öykülerle baştaki kaçbenzemez öyküleri ayırabiliriz, sondakiler anımsamanın tek bir biçimine odaklanırken baştakiler farklı kurgu biçimlerine yaslanır, örneğin “Yatak Hırsızı” ve “Düşen Kâğıt” öykülerine baktığımızda bölümlenmiş olduklarını görürüz ama ilkinde kronolojik bir bölünme söz konusuyken ikincisinde farklı coğrafyalar da anlatıya katılmıştır, kâğıdın bir kıtada çırptığı kanat diğer kıtadaki okurun son anlarını dolduracaktır. Hırsızlıda kadınla adamın birbirini hiç tanımadan girdikleri dolaylı iletişimin tuhaflığı şaşırtıcıdır. Adam bir süre gözlemlediği kadının işe gitmesiyle kilidi kaldırır, kadının dairesine girer ve dağılmış çarşaflardaki beden çizgilerine yerleşir, birkaç saat dinlenir, sonra çarşafı eski haline getirip gider. Mutfağa hiç girmez, tuvaleti kullanmaz, bir tek kadının ne okuduğunu merak edip raflara bakar. Vonnegut, Rushdie, İkbal ve kaşlarını çatarak baktığı işletme ve iş dünyası kitapları. Aralarındaki mesafeyi bu çatılmış kaşlarda bulur muyuz diye düşündüm ikinciye okurken, varlıklarından haberdar olup tanışmamalarını neye bağlamalı, bir şeye bağlamalı mı? Adam oyuncak ayıyı da görmüştür ama ayının da onu gördüğünü bilmez, komşularından biri kadına kapısının önünde bir adamın dolandığını haber verdiğinde kadın gidip kameralı ayıyı almıştır, evinden uzaktayken adamı izlemeye başlar. Ker tam burada kadının geçmişine ve yalnızlığa meyline şöyle bir dokunur, kadındaki kalp kırıklarından incele incele kırılmaya teşne bir ruh çıkarır, yalnızlıkları birbirine bağlayarak bu olay örgüsünün sürüp gitmesini sağlar diyecekken üçüncü bölümde yatağın toplanmış olduğunu görürüz, yatak örtüsü şiltenin altına sokulmuştur, sanki yatak adama sonsuza dek kapatılmıştır. Adam evden çıkar, tersanedeki işine gider, İngilizce öğretmenliğinden tersane işçiliğine uzanan ekonomik sıkıntı işlenir bu kez. Adam ikinci gün huzur bulduğu tek şeyi, şilteyi alıp gemiye biner, yatağına serer ve yola çıkar. Kadın ofisindeki ekrandan olanları izler ve adamı bir daha görmeyeceğini anlar. Ker’in çektiği bağlama da güzeldir, derleyip toparlar: “Bu gece ay, Hint Okyanusu üzerinde çizdiği kavisin yarısına ulaşmışken, yataksız kalmış bir kadın, kendi dairesinin zemininde uzanmakta ve denizin ortasındaki bir adam, orada olmayan bir kadının izini taşıyan bir yatak üzerinde yatmaktadır. Her ikisi de noksan yaratıklardır, her ikisi de derin uykudadır ve her biri diğerini düşünmektedir.” (s. 15) İkinci öyküde Şili’deyiz önce, Neruda önündeki boş kâğıttan kafasını kaldırıp sandalyesine yaslanıyor, ikinci kattaki balkonunun karşısında simsiyah deniz, kalemini dalgaların ritmine uyarak kâğıda tıklattığını fark etmeden önce mi yazdı başlığı, bilmiyoruz: “Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim”. Eşi çağırınca bir rüzgâr, kâğıt camdan uçacak, Neruda masasına döndüğü zaman yeni bir sayfa çekecek önüne, aynı başlık, Nobel Ödülü’ne varacak bir yol. Bir sonraki bölüm, New York’taki Cornell Üniversitesi. Laboratuvarlardan birinde birkaç bilim insanı deney yapıyorlar, 1853’te çalışma masasından bir iskambil destesinin düşmesini izleyen Maxwell’in merakını paylaşarak düz şeylerin neden dümdüz düşmediğini anlamaya çalışıyorlar. Nesnenin köşelerinden inişine yön veren oklar ortaya çıkacaksa da düşüşün yörüngesi daha öngörülebilir kılınamayacak, Laplace’ın şeytanı orada da değil. Şiirde zaten yok, okurun zihninde mi? Bağdat’ta bir uçaktan bırakılmışçasına süzülen bir milyon kâğıt parçası yavaş yavaş yere inerken savrulan ve parçalanan bedenler çoktan yerini almış, kısa süre öncesinde adamın biri eline aldığı kitabı karıştırırken başlığa denk gelmiş: “Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim”. Arap harfleriyle de yazılmıştır başlık, adamın o harflerin arasında bir ömür geçirdiğini, entelektüellerin başarılı bir ayaklanma çıkaramayacaklarının kanıtı olduğunu görürüz, belki az ilerideki Joyce’un metnine bakıyor olsaydı kurtulacaktı ama şiire dayanır adam, kan kaybından ölürken pişmanlık duymaz. Birbiriyle anlam kazanan bağımsız parçalardan oluşan birkaç öykü var böyle, kokuların yol açtığı ansımalardan kurulu öyküde Proust’a belli belirsiz bir gönderme bulunur, başka bir öyküde yeni kurulan bir ülkenin yeni yıla denk gelmesi Salman Rushdie’nin Geceyarısı Çocukları‘na kapalı bir göndermedir yine, anlatıcı iki cümlede özetlediği koca romana paralel bir hikâye üzerine kurduğu öyküyü doğumlarla ölümlerin birliğini göstermek için kullanır, kısacası insanlığın tek bir bağla uzaklıkları, çağları aşabileceğini gösterir. Öngörülemezliğe, tuhaf huylara dair ilk türden öykülerdeyse meram doğrudan metnin içinde değildir, sonlara doğru ortaya çıkar veya çıkmaz, genellikle çıkar. Ker öykülerini açar, okurun anlama yönlenmesini sağlar ama metnini sesiyle kuşatmaz, anlamı kör göze parmak değildir, yeterince serbest bırakır okurunu. Üslupçudur diyebiliriz sanırım, kendine has bir anlatım biçimi vardır, hatıraların nörolojik ve edebi yönlerini şahane bir biçimde ilişkilendirir.
“Taipei 101”. Yirmi beş yıllık iki arkadaş, seviyi ıskalamış iki dost var bu öyküde, dünyanın en uzun binalarından birinde geçmişlerini anımsıyorlar, okul yıllarına dair anılarının yalancı olanlarını ayırt edecek veri sunulmaz ama yalanlarının bile aynı olduğunu görürüz, yalancı anılar, geçen zamanla birlikte değişenler veya yıllar sonra ortaya çıkanlar anlatılan zamandaki davranışları da biçimler, adam aslında yıllar önce sarktığını gördüğü damlaya onca zamandan sonra parmağıyla dokunmaya çalışır, kadının iki yüzünden biri yıllar öncesinden çıkıp o andaki yüzüyle eşleşir, anılarla bir zaman yolculuğudur adamın çıktığı.
“Açık Kırık Sabitleme Ameliyatı”. Cerrahın yaşlı kadının vücudunu dikkatle yarmasıyla başlar, kanamanın temizlendiğini ve “Latince isimler güzergâhının takip edildiğini” görürüz, onca katmandan ve neşterin dansından sonra kemiğe ulaşıldığını görürüz. Cerrah kemiğe tık tık dokunur ve hikâyeyi dinler, kadın haftanın her günü oğlunu sırtında taşımış, okula götürüp getirmiştir, kemiğin kırılmasına bu taşıma eyleminin yol açtığı söylenebilir ama hikâyenin sadece bir yüzüdür bu, kemiğin yıllarca taşıdığı başka hikâyeleri eşelemez cerrah, kadın da anestezi etkisi altındayken hatırladıklarını uyanınca iki damla gözyaşı halinde bulacaktır yanaklarında, neyi hatırladığını hatırlayamayacaktır. “Bir anlığına ağırlıksızmış gibi hissetse de tarihin ağırlığını, kütlenin ve ağırlığın hafızası her zaman kemiklerinin çatlaklı hikâyeleri içinde taşınacaklar.” (s. 39) Bir yara izinin, kırık bir kemiğin kişice muteber tarihi bedenin içinde gizli, bir nevi hüzün mü doğurur bu?
“Erişilmez Yeryüzü (Bir Kez Daha)” o kadar naif, güzel bir öykü, bununla bitireceğim. Kadın ve adam gemide rastlaşıyorlar, adam yirmilerinin başında ve yeni evli, kadın kırklarında ve eski evli, iki çocuğu var. Adam telefonda eşine denizin karanlığını duyup duyamadığını soruyor, kadının halini doğrudan alıntılayacağım, anlatmaya kalksam mahvederim: “İki şezlong ötede, bir kadın soğuk metal parmaklıklara dirseğini yaslamış halde duruyor. Gelgelelim, gökyüzüne doğru bakmıyor. Geminin bıraktığı izi, biraz öncesinde geminin yansımasını taşıyan dağılmış su birikintilerini seyrediyor. Gemi geçip gittikten sonra suyun onun hatırasını ne kadar iyi taşıdığını düşünüyor.” (s. 41) Şu tür bir “duyma” yeteneğine sahip insanların yalnızlığı çok kıymetli, bu yüzden birbirlerini bulmalarına rağmen aslında bulmuyorlar, varlıklarından haberdar olmaları yeterli. Bir anlamda ilk öyküye varıyor bu öykü, dokununca mahvolacaksa varlığını bilmek kâfi.
Kısa kısa bir dünya öykü var, bir tane öylesine öykü yok. Justin Ker “benim yazarım” dediğim nadir yazarlardan biri oldu, başka kitabı varsa korsan morsan edinip orijinalinden okuyacağım.
Cevap yaz