Burhan Arpad’ın İstanbul’a dair anılarından önce Çelik Gülersoy’un “Dostum Burhan Arpad” adlı giriş yazısına değinmeli. Menderes tarafından “basınla hoş geçinmek” amacıyla yaptırılan Esentepe Gazeteciler Mahallesi’nde 1960’lardan 1991’e kadar oturan Gülersoy anılara kaçak kat çıkıp Arpad’la olan ilişkisini anlatmaya başlıyor, Refik Halid’den Sabri Esat Siyavuşgil’e pek çok yazarın yaşadığı sitede akşamları ve hafta sonu sabahları yıldızlar kadrosu toplanıp muhabbet ederlermiş. Hasan Âli Ediz’le tanışıyor Gülersoy, Burhan Felek ve Burhan Arpad arkadan geliyorlar. Buluşma mekânları değiştiriliyor ara ara, en son Yaşar Nabi’nin felçli eşini yalnız bırakmamak için o civarlarda toplanıyorlar lakin son adres Arpad’ın evi. Recep Bilginer’le birlikte iyi bir üçlü kuruyorlar, Burhan Arpad’ın sosyalist görüşlerine karşı çıkan Recep Bilginer ara sıra tatlı tartışmalara yol açsa da ortada yer alan Gülersoy dengeliyor durumu. Arpad’ın özü sözü bir, lafını esirgemiyor. “Ona göre Mehmet Âkif, dürüstlüğü, yoksulluğu ve som inancıyla ne kadar saygıdeğer bir adamsa, Türkiye’de sol satan pek çok ‘entel’, katıksız birer şarlatandı.” (s. 10) Gülersoy “gözleri yaşararak” anıyor Arpad’ı, yazısını noktalayarak sahneyi Arpad’a bırakıyor. Kitapta birkaç bölüm var, ilkinde çocukluk yıllar yer alıyor. 1915’lerde Anadoluhisarı’nın çok güzel olduğundan bahsediyor Arpad, yazısı 1976 tarihli ve o güzelliğe kimseyi inandıramayacağından korkuyor. İlerleyen bölümlerde bir gün eski İstanbul’dan da bahsetmek zorunda kalmaktan korktuğunu söylüyor ki bu günleri görseydi kalbi çok kırılacaktı, belli. O zamanlarda başlıyor bozulma, Birinci Dünya Savaşı sırasında Küçüksu korusunun ağaçları kesilerek yokluk yüzünden odun diye yakılmış. Sonrasında İstanbul’un işgali, gemilerin İstanbul’a girdiğini görmüş Arpad, büyük İstanbul yangınlarından birkaçına şahit olmuş, çocukluğundan itibaren güzelliğin nasıl yok edildiğini izlemiş. Vapurlar işlermiş, insanlar İstanbul’a gidip çalışır, akşamları yorgun argın evlerine dönerlermiş. Vapur parası ve sabah akşam tekrarlanan vakit kaybı yüzünden köşkler boşaltılmış, Boğaz’ın insanları Caddebostan ve Suadiye’ye taşınmış. Arpad okula gittiği yıllarda Güzelhisar’dan uzaklaşmış, doğup büyüdüğü yerlere ara ara dönmüş ve her dönüşünde kıyıma biraz daha yakından bakmış. İlk yazısı 1936’da Uyanış Servet-i Fünun dergisinde çıkmış, adı “Güzelhisarımda”, öylesine seviyor oraları. Büyüyor, okulları bitiriyor, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Salâh Birsel ve İhsan Devrim’le birlikte ABC Yayınları’nı kuruyor, Tan Baskını sırasında yayınevine ait makineler ve malzemeler de ziyan edilince bırakıyor o işi, çeviriye ve yazı çiziye yoğunlaşıyor. Bir yandan sinema ve tiyatro aşkı büyüdükçe büyüyor, okuldan sonra çalıştığı filmcilerden ilk haftalığını aldıktan sonra tiyatro oyunculuğuna da heveslense de eleştiri yazıları üzerinde yoğunlaşmaya karar veriyor. Yanlış hatırlamıyorsam Varlık‘tan çıkan incecik bir eleştiri kitabı var, dili pek hoş, değindiği konular da dikkatli bir seyirci olduğunu gösteriyor. Arpad’ın o dönemlerde izlemediği film yok denebilir, Batı sineması memlekete yeni yeni girmeye başlarken Muhsin Ertuğrul’un çektiği filmleri de ilgiyle takip ediyor, detaylı malumat var. İyi bir tiyatro izleyicisi olduğu için Komik-i Şehir Naşit Bey başta olmak üzere o dönemin birçok sanatçısını sahnede izleme şansına erişmiş, ballandırarak anlatıyor. Acı olaylar da var, ben bazılarının altını iyice çizdim ki ileride bir gün öykülerini yazabileyim, ilginç mevzular. Otello Kâmil adlı az ünlü bir oyuncunun savunması var örneğin, artist vesikası yok diye sahneye çıkması yasaklanınca adam kaymakamın makamına çıkarak ününden, oyunculuğundan bahsederek isyan etmiş. Galata esnaf kahvesinin önündeki kaldırımda iş gelmesini beklermiş Kâmil, bir zamanların artist kahvesi orasıymış. Mekânlarla insanlar karışık, Arpad 1930’ların salonlarının geçmişini anlatırken yazıyı kaleme aldığı zamanki hallerinden de bahsediyor. Melek Sineması’nın Emek’e çevrilmesini biraz üzülerek, pornoların gösterildiği sinemalarıysa nefretle anıyor. Emek bugün yok, Arpad’ın günceli tarihe karıştı. 1920’li yıllardaki Direklerarası da öyle. “Direklerarası sadece bir semt, bir eğlence merkezi değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun tiyatro hareketleri oradan kaynaklanırdı. Ünlü Fransız tiyatro adamı Andre Antoine’ın Türk tiyatrosunu kurma çalışmaları da Direklerarası’nda Letafet Apartmanı’nda başlamıştı. Sonralarıo İstanbul koservatuvarı için yer olarak yine Direklerarası’nın seçilmesi bir rastlantı değildir.” (s. 50) Mekân Osmanlı coğrafyasının değişimini gösteriyor, zamanında nazırlıklara ev sahipliği yaparken kültür çevreleri o bölgede konuşlanmış, 1930’lara doğru sahneler ve sesli film makineleri Beyoğlu’na taşınmaya başladıktan sonra da ömrünü tamamlamış. Tiyatrolar ve aktörlerle ilgili bölümde taşınan sahnelerin akıbetlerini görüyoruz, her bir sahne ve tiyatro teker teker kapanırken dönemin ünlü oyuncularının yaşamlarının son yıllarını sürüyorlarmış, Naşit Bey’in cenazesi vasiyeti üzerine oynadığı tiyatronun önünden son bir kez geçirilmiş mesela. Muammer Karaca’nın yaşamı da dikkate değer, tırnakla kazıya kazıya iyi bir yere gelmenin hikâyesi.
Arpad’la Bertan Onaran’ın çok yakın dostu Ruhi Su’nun çektiği eziyetler çok üzücü, ölümündeki ihmale Onaran da değiniyordu. Su yetmiş yaşında ömrünün faizini yaşadığını söyledikten sonra ameliyat ediliyor, ardından tekrar hastaneye yatıyor ve tedavi için Almanya’ya gitmesi gerektiği anlaşılıyor ama çıkış yasağı var, yetkililer “tek bir kez” gitmesine izin veriyorlar ama çok geç artık, hayatını kaybediyor. Öncesi var, 1952’de Su ve birkaç tiyatro oyuncusu çevrilmekte olan Âşık Veysel konulu bir filmde komünizm propagandası yaptıkları gerekçesiyle hapse atılıyorlar. Orhan Hançerlioğlu’nun vasıtasıyla polis müdürü Ahmet Topaloğlu’na Su’yu görmek istediğini söyleyen Arpad hemen Parmaksız Hamdi’nin yanına gönderiliyor. Bu Parmaksız sanatçılara işkence yapmasıyla ünlü, Su’nun işbirliğine yanaşsa şeker gibi adam olduğunu söylüyor. Su’yu getiriyorlar, kısalmış kalmış, çökmüş bir adam, yaşadığını bilmiyor. Kirli çamaşırlarını yıkaması için Arpad’a veriyor, Arpad eve gidip baktığında çamaşırlar arasından kanlı bir çarşaf çıkıyor. Vatandaşına huzur vermeyen, istediğince sopasını kaldıran devlet. “El Kapılarında plağını verirken bana yazdıklarını değerli bir anı olarak saklıyorum: ‘Sevgili Burhan, seni hatırlıyorum. Sansaryan Han’da, ölümle dirim arasında ve dünyadan kopmuş, insanları yitirmiş duygular içindeyken, beni ziyarete geldiğini, omzuma yaslanıp ağladığını da hatırlıyorum.’” (s. 128)
“Babıâli ve Kitapçılar” kısmında bir zamanların yayın dünyası. 1940’larda hep kitapçılık hem de yayıncılık yapan şahısların sayısı artıyor, Sait Faik annesinden aldığı parayla öykülerini bastırıyor, yeni yayınevleri ve gazeteler Cağaloğlu’nda toplanıyor. 1987’den itibaren gazete basımevlerine kent dışına taşınmaya başladığında kültürel cennet yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor, Murat Yalçın’ın dediğine göre yazarlar ve yazar adayları genelde dergilerde bir araya gelip muhabbet ederlermiş, ne güzel. Sonradan bitmiş bu mevzu, plazalar o kültürü darmadağın etmiş. Başka ne olmuş, Sait Faik’in ilk kitabı toplatılırken Arpad bir paketi saklamış, yazar kitaplarını almaya gelmeyince de kendi eliyle yakmak zorunda kalmış. Ayrıca Sait Faik’in bir dünya düzeltme ve değiştirme yaptığı öyküleri de Arpad’ın elindeymiş ama sesini duyuramamış ne yazık ki, acaba Sait Faik ne değişiklikler yapmıştı? Bir de Nâzım Hikmet ve Brecht mevzusu. Brecht haftası düzenlenmiş de Brecht hunharca övülmüş ama Nâzım’ın adı her yerden silinmiş, bir de üzerine Brecht’e “kavgacı Alman Yahudisi” denmiş, ülkenin bir yanı bahar bahçeyken diğer yanı çöl.
Boğaz izlenimleri, geçen zamanın kaydı, bir şehrin yavaş yavaş kimlik değiştirmesi pek çok yazıda işlenmiş, onlar da okurunu bekler.
Cevap yaz