Olaylar tarihte yaşanmamıştır ama tarih yaşanmıştır, tarihte Tamer’in yaşanmadığını söylediği olayların benzerleri yaşanmıştır veya yaşanmamıştır, Tamer tarihteki boşlukları doldurup yaşanmamışı yaşanmış diye sunmuştur bir yandan. Kısacası tarihi de kurmaca olarak görebiliriz ama bunu postmodern öznelliğe kapılmadan yaparsak tarihin iki gıdım somutluğunu alaşağı etmemiş oluruz. Mesela Marx diye biri yaşamıştır, dünyanın seyrini bir güzel değiştirmiştir, Tamer eğer Marx’ın öyküsünü yazsaydı Dickens’la Marx’ı yürümeyi sevdikleri yollarda denk getirip tanıştırır, birbirlerinden esinlenmelerini sağlayacak bir ilişki geliştirmelerini sağlardı. Başkalarını bir araya getiriyorsa da anlattığı olayların öznelerinin hepsi ünlü isimler değil, mitik anlatılarındaki karakterler zaten tamamen hayal ürünü. Bu “tamamen hayal ürünü” ile “kısmen hayal ürünü” arasındaki farkı çözemedim bir türlü, gerçi kurmacayla gerçek arasındaki farkı da tam çözemediğim için şaşırmadım ama bazı şeyler olmuştur, bazı şeyler olmamıştır. Aradaki en temel fark bu herhalde. İnandırıcı gelmiyor bana, sorun bu. Mesela Oogna Mbuti’nin yaşamadığını kim kanıtlayabilir? Anlamı “Gölün Sarı Balığı”, asıl adı Gtena, Burundi’nin başkenti Bjumbura’nın güneyinde bir yerde yaşamış, doğduğu köyü Hutu’ların ataları kurmuş. Oogna Mbuti’yi diğerlerinden ayıran özelliği gölde yüzebilmesi, herkes boğulurken o su üstünde kalınca yeteneğini on dört yaşına kadar saklamış, üstelik gölün tabanındaki tıpayı çıkarabilmesine rağmen insanlarına şantaj yapmamış, yüzebildiğini görenler onu reis seçmişler hemen. Demokrasi benzeri bir düzeni Afrika’da ilk uygulayan Oogna Mbuti’dir muhtemelen, buna da inanırız. Oogna Mbuti’nin Djumbata’yı hacamat ettiğine de inanırız, Djumbata ve adamları köye geldikleri zaman reislerini ve kendilerini korumaya çalışan yerliler tıpanın Oogna Mbuti’yle bütünleştiğini, reis ölürse gölün kuruyacağını ve herkesin öleceğini söylerler. Djumbata umursamaz, ölüm emrini verir. Köyün bilgesi aynı emri verir ve adamları Djumbata’yı öldürür. Oogna Mbuti sonun geldiğini hissettiğinde uzun zamandır barış içinde yaşayan insanlarını toplar, ölümüne şahit olmalarını ister. Göle girip tıpanın üzerine yatacak ve zeminle bütünleşecektir, böylece tıpanın yarattığı tehlikeyi de ortadan kaldıracaktır. Arkasından “türküler” yazılır, Oogna Mbuti efsanelere karışır. Mitik bir hikâye, Marc Augé insanın varlığını doğayla mücadeleyle meşru kıldığını söylerdi bu metni okusaydı. Gerçi başka metinlerden yola çıkarak söyledi zaten, hasılı bu hikâyenin gerçekliğinden yüzde yüz eminim çünkü çağlar öncesinin insanı anlatılanlardan farklı bir şey yapardı ama anlatılanları da yapardı, ihtimal dahilinde olan her şey gerçektir diye üfürüp devam ediyorum, “Dördüncü Piramit”. Firavun Thesmosilis iki elçisini Nil Irmağı’na attırır çünkü elçilerin getirdiği haberin doğruluğundan emin olamaz, adamların savaş çıkarmak için katakulli çevirdiklerini düşünür. Babil Kralı Arshanapal on iki yıllık barışı bozacaktır sözde, Thesmosilis buna ihtimal vermez. Babil orduları sarayı kuşatır bir süre sonra, Arshanapal ve oğlu Sarphansal firavunun taht salonuna girerler, bir süre sonra Babil ve Mısır hükümdarlarının bedenleri yerde cansız olarak bulunur. Yerde kanlı bir hançer vardır, Sarphansal hiçbir şey söylemeden iktidarı ele geçirir. Tamer bu noktada uydurma kaynaklarından birine başvurur, diğer pek çok kaynak gibi bu kaynak da hayali kaynakçada belirtilmiştir: “1927’de Alman Profesör Karl M. Schuster’in Hamseida kazılarında çıkardığı tablette Sarphansal’ın Thesmosilis’le birlikte öz babasını da öldürdüğüne ilişkin ipuçları bulunmuş ama olayın nedenine ilişkin bir açıklamaya rastlanmamıştır.” (s. 22) İlginçtir, Sarphansal hemen Babil’e döner ve Mısır’ı egemenliği altına almaz, tahta Thesmosilis’in on altı yaşındaki oğlu Putnamses geçer. Dördüncü bir piramit yaptırmak istediğini söyler, babasıyla birlikte Babil’in merhum kralının da gömülmesini emreder. Bilginler karşı çıksa da dinlemez, babasının kedisi Phuna’nın da gömülmesini söyler ama kedi yoktur ortada, sarayda çalışan yeni evli bir çiftin evindedir. Kediyi vermek istemezler ama bütün krallık kediyi aramaktadır, nihayetinde askerlerden biri kedinin izini bulur, Putnamses üçünün de diri diri gömülmesini ister. Karşı çıkan bir rahibi de timsahlara attırır. İstedikleri aynen yapıldıktan sonra zehirli bir yemekle öldürülür, kediler Mısır’da kutsal hayvanlar olarak görülmeye başlanır. Piramit de yıkılır haliyle, deli kraldan geriye hiçbir şey kalmaz. Böyle filmler de var, hükümdarlar veya erkler öyle korkunç şeyler yapmışlardır ki isimleri kaynaklardan silinmiş, bilinmeyen mezarlara gömülmüşlerdir. Bu boşluklar nasıl dolmuştur bilinmez, Tamer tarih uydurmacılığı yoluyla kendince kapar, iyi de yapar. Hikâyeler güzel, Tamer yaratıcı, keyifle okunuyor bu metinler.
“Kanla Yıkanan Ölü” Mayaları yöneten en yaşlı hükümdarın kehanete kulak vermemesini, merhametten yoksun eylemleriyle kendi sonunu getirmesini anlatır. Denizlerin ötesinden gelecek insanları caydırmak için nöbete beş kayık çıkarır, koca üç gemiyle karşılaşan nöbetçiler geri dönerek hükümdara kayıklarının bir geminin yarısı bile etmediğini söylerler. Gerisi bildiğimiz hikâye, beyaz adam “ateş saçan sopalar”ın ne olduğunu iyice anlatır, geriye kalanların işini de hastalıklar bitirir. Şöyle bir numara çekiyor Tamer, tarihin tesadüflere borcunu belirtiyor: “Mayaların sonunu hazırlayan bu sefer belki de hiç gerçekleşmeyecekti — Vieira denizdeki o beş kayığı görmeyip de Portekiz’e dönseydi…” (s. 35) “Çin Seddi’nde Büyük Koşu” masalsıdır, hükümdar evlenme çağına gelen kızına layık bir aday bulmak için koşu yarışı düzenler, koşuda alavereler çevrilir, sonrasında yarışı bir uşak kazanmış sayılır ve koca devlet uşağa bırakılır. Eh. “Sen de mi, Brutus?” yine alternatif bir tarih yaratır, Julius Caesar’ın varlığını sadece Brutus’un bildiği özürlü kardeşi öldürülür, Caesar öldürüldüğü ilan edilir, o sırada devrik imparator Mısır’daki aşkının yanına doğru yola çıkmıştır, Roma’da görülmez bir daha. Albrecht Brümmer’in öyküsü var, öyküye en yakın metin budur herhalde. Bu adam namuslu, çalışkan biri, önemli bir efendinin emrinde çalışıyor. Evleniyor bir gün, eşine düşkün. Efendisinin evine gelen bir kodamanın eşine laf atmasıyla delleniyor, tartışma çıkıyor, sonra kodamanın uşağı ertesi gün ölü bulununca hapse atıyorlar Brümmer’i, yirmi sekiz yıl hapiste kalıyor. Çıkınca eski halinden eser yok, öfkesini gidermek için bir plan yapıp kralın huzuruna çıkıyor ve küstahlığını beğenen krala kaybettiği yirmi sekiz yılın krallık tarafından giderileceğine dair belge hazırlatıyor. Hemen gidip o kodamanı öldürüyor ardından, belge sayesinde hapse girmiyor, içini soğutuyor böylece. Kendi adaletini kendi sağlayan Kohlhaas’ın havası efil efil geliyor bu anlatıda.
Kızılderili öykü mitolojiye yaslanıyor yine, bunun dışında “Soylu Oyuncu” kitaptaki en hoş öykü olabilir. Lord Wynter, Kraliçe Elizabeth’in yeğeni Lady Cecilia’yla evlidir, pek iyi geçinemezler, bir tartışma sırasında Wynter eşini iter ve kadının ölmesine yol açar. Topuklar hemen, kıyafetlerini değiştirir, sonra gezici bir tiyatroya katılarak Shakespeare’in oyunlarını oynamaya başlar. Tiyatro düşkünüdür zaten, defalarca izlediği oyunların bir parçası haline gelir. İşi ilerletince Londra’ya giderek Shakespeare’i bulur ve ekibine katılır, düzenli bir işi olur böylece. Bir süre her şey yolunda gider, Elizabeth’in tayfayı davetiyle korkuya kapılır ve kendini ele verir ne yazık ki. Hançerini çekip önce Elizabeth’i, sonra kendini öldürür. Son öyküde de İkinci Dünya Savaşı’nın daha kısa sürede bitmesini sağlayacak casuslukların aynı fırtına yüzünden ziyan olması anlatılır, hoştur bu da.
Yaşanmıştır bu olaylar ya, ben inanıyorum yaşandığına. Çünkü çok yazık olur yaşanmadıysa. Gerçeğe ayıp edilir. Bence.
Cevap yaz